Aşkı anlatan mektupnameler

Günümüze kadar yazılmış en güzel aşk mektupları, gerçek, yaşanmış ve hala içinde o naif duygu barındıran sözcükler...

Türk edebiyatında mektup

Türk edebiyatından önemli mektup örnekleri ve kitapları

Kartpostal ve Mektuplar

Yaşamım boyunca okuduğum, yazdığım mektuplar ve sevdiklerimden aldığım kartpostallar..

Eskide kalan; telgraf

Bir zamanlar acil durumların en iyi dostu olan telgraf ve onu bize miras bıraktığı kısa cümleler...

Yazdığım mektuplar

Hayatın akışını nakşettiğim beyaz bir kağıdın sararan cümleleri...

Hayata tanıklık eden mektuplar

Kalemin ucundan dökülen sözcükler hiç tanımadığımız insanların geçmişlerini geleceğe taşıyorlar...

Mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2014 Cumartesi

ESMİRA


ESMİRA


Hoş geldin dünyamıza.
Adın gibi güzel, bahtın da güzel olsun.
Sen bir zümrüt taşı, yaşamın boyunca ışıl ışıl parılda herkese.
Mutlu ol, mutluluk yansıt çevrene.
Hoş geldin hayatımıza.
 
Esmira, adının anlamı gibi, refah ve zenginlik içinde yaşa, her yönüyle zengin ol. Başarı, sevgi ve yaşama sevinci hayatında hep olsun. Güçlü ol, fiziksel, duygusal ve ruhsal dengeleyici ol, hep ol. Zümrüt ol.
Hoş geldin yaşama.


Adın, Sevda’nın gözlerinde yeşillendi, onun karnında şekillendin. Esmira dedi, bayıldım.
Sevda, tüm Sevda masallarını yazmaya başladı seninle.
Annen seni doğurdu, ama asıl yeniden doğan Sevda oldu. Anne kız olarak birlikte büyüyeceksiniz, birlikte olgunlaşacaksınız, o senin Sevdan, sen ise onun her hücresi olacaksın.

Değişmeyen ve yaşam boyunca değişmeyecek tek şey sevgi. Sevda’nın sevgisi, anne sevgisi yüreğinde büyüyecek, hep var olacak. Ve sen, kaç yaşına gelirsen gel, hep çocuk kalacaksın. Annenin yüreğinde koruyucu duvarların içindesin her zaman. Korunacaksın, ömür boyu.
Yaşamdaki tüm sevgilerin tadını çıkar Esmira. Sevgi sana mutluluk getirsin. Asıl olan bu. Geri kalan her şey ayrıntı, yaşamın getirdiği şeyler. Yaşayacak ve göreceksin.

Dünya çok kirli Esmira, kalabalık, gürültü, patırtı, açlık, yokluk, savaş, ne ararsan var.
Ama yinede yaşanılacak güzellikler öyle fazla ki, yaşa ve gör, zümrütüm. Umarım sen hep güzellikleri yaşarsın.
Şekiller değişiyor, asırlar ilerliyor. Dünya aslında çok hızlı dönüyor, günler geçiyor.
Birileri geliyor, birileri gidiyor. Hiç bitmeyen bir koşmaca var, hep yetişme telaşındayız günlere, aylara, yıllara.
Büyüme yollarına doğduğun andan itibaren adım attın. Düşeceksin, yürüyeceksin, ilerleyeceksin, öğreneceksin, büyüyeceksin, olgunlaşacaksın.

Sen doğduğunda tanışıyorsun neredeyse teknolojiyle. Cep telefonları, görüntülü konuşmalarla dünyanın öbür ucu bile yok artık. İstediğine ulaşabiliyorsun. Sosyal medyada her şeyi paylaşabiliyorsun. Tıp ta gelişimler ileri ama henüz çaresi bulunmayan hastalıklar var, galiba hep olacak, sadece asırlarda şekil değiştiriyor. Biz bu çağda modern teknolojideyiz.
Sen, genç kız olduğunda teknoloji ne hale gelecek, düşünmeye çalıştım beceremedim. Biz 20 yy.dan biraz,21.yy dan da biraz yaşayanlardanız. Umarım sende 2100 yılında 22.yy.ı görürsün. Yaşlılık belki gençleşecek, hem görüntü de, hem beyin gücünde uzun yaşama formülleri bulanacak. Biz dünyada her yere gitmeyi kolaylaştırdık. Belki de siz uzaya gideceksiniz. Diyorum ya, düşünemiyorum.

SEVGİLİ  SEVDA





Masal anlat Esmira’ya, Sevda masalları.
Mutluluğu anlat ona.
Kendi mutluluğunu bulsun.
İçinde hep iyi olsun.
Kızından kötülükler uzak olsun.
Annesinin varlığında kızın hayat bulsun.
Masallarınla büyüsün.
                                             Sevgilerimle
                                         Mektubunuz Var
                                         Yasemin Akpınar
                                               15/03/2014

13 Mart 2014 Perşembe

NİHAN'A MEKTUP



HALA OLDUM
























“Müjde hala oldun”


Sene 1980.

Akşamüzeri postacı kapımızı çaldığında, “telgrafınız var” dediğinde,”hala” olma müjdesini alacağımı tahmin etmiştim zaten, ama telgrafta kız mı erkek mi olduğu veya hiç olmazsa bebeğe verilen bir ad bile yazmıyordu.


Telgrafı çeken amcandı, hoş baban da çekse eminim aynı espriyi yapardı.
Arkadaşıma çığlık atarak sarıldım, hala oldum, hala oldum diye inlettim ortalığı, komşular kapımız çaldı, ne oluyor diye.
5 MART 1980  HABERLER
Telefon bağlattım İstanbul’a anneme. Kabıma sığamadım, ev sahibimizin odalarında dolanıp durdum. Bağlanmadı bir türlü. Belki başkasına bağlanır dedim, ağabeylerimin telefonlarını verdim santrale. 
Telefonlar bağlanamadı, bağlananlar yoktu, ben bir kız yeğenimin olduğunu öğrenemedim.
Senden önce teyze de oldum, hala da. Ama ilk defa bir telgrafla haber alıyorum ve hakkında hiçbir şey bilmiyorum.
Üniversite hayatı, birkaç gün koşuşturmaca, kimseden haber alamama ve hafta sonu..
Sen kucağımdasın…
Adına bayıldım, sana bayıldım, gülümsemeni sevdim, ağlamanı sevdim, ben yeğenimi sevdim.
Özlemlerimi yüreğime koydum dönerken. Seni her görüşümde her anın farklıydı. Güzelliklerini her geldiğimde ayrı ayrı yaşadım.
Hala bir peçeteye yazdığın şiirler saklıdır bende.
Şiir yazardın herkesin adına göre ve bunları daha okula gitmeden yapardın.
Müziğe, resim yapmaya ve şiire meraklıydın
Sonrada hastalıklar ile ilgili defterini hatırlıyorum. Kızamıkçık hakkında bir sürü bilgi yazmıştın deftere, yanı başımıza oturmuş küçük doktor havasında bize bir sürü soru soruyordun.

CANLARIM

Zaman değişti, artık telgraflar çekilmiyor. Anında görüntüler geliyor ekranına.
Sen Can’landığın zaman, biz ultrason sayesinde oğlun olacağını öğrenmiştik zaten. Hemen kucağımıza alma imkânı olmasa bile, bebeğin gülüşünü, ağlamasını, fotoğraflarıyla sevincimizi paylaşmıştık.
Can ileride baba olduğunda, kim bilir artık teknoloji nerelere gelmiş olacak.

Sen hayatımıza güzellikler getirdin.
Her yeğenimde ben kendimi hep özel hissettim, teker teker hepinizle büyüdüm, hepinizle olgunlaştım. Teyze oldum, hala oldum, anne oldum, geniş yürekte hepinizi ayrı yerlere koydum. Ben şanslı oldum.
Mart, senin için çifte mutluluklar demek.
SEN VE CAN
Sen doğdun, Can doğdu.
Mutlulukların hep olsun.
Umarım bir gün sen de hala olup, bu sevinci ayrıca yaşarsın.
Ben halayım.
Ayrı ayrı bir tanesiniz.
İyi ol, mutlu ol, başarılı ol, huzurlu ol.
Sevdiklerin yanında, güzellikler seninle olsun yeğenim.
Birde umarım sanatsal faaliyetlerin devam eder.



                                                 HALAN
                                                  05/03/2014

13 Aralık 2013 Cuma

Sana Mektubum VAR,EMİNE'M

Sevgili Emine'm


Kar yağıyor, karşımdaki park beyaz ve yeşil karışımı renklere bürünmüş. Görünce Bursa’da ki talebe evimizin mutfağının pencerelerine kadar gelen çam ağaçları aklıma geldi. Mutfağımız en soğuk yerdi ama senin yaptığın ve hayatta hiç kimseden o tatta içmediğim çayın buharı kaplardı minik pencerelerimizi.

Hava soğukevimiz soğuk, paylaştığımız tek odamızda sobayı yakmak için  uğraşılarımızda bazen ağlayacak hale gelirdik ve sonra vazgeçip buz gibi odada yorganın içine girerdik, burnumuzun ucu kıpkırmızı olunca “böyle olmayacak, tekrar deneyelim “diyerek sobayı yakmaya çalışırdık. Yanınca, işte keyif o zaman başlardı.

O akşam,sıcacık soba, ben uykuya yenilmiş, sen ise ders çalışmış, sonra beni uyandırmış tın. Uyuma sırası sendeydi. Benim ders çalışma zamanı hep sabaha karşı, malum çalışmak uykuya yeniliyor hep. Ama o akşam geceyi beklemeden erkenden on gibi yatmış, ben de gece yarısına doğru kalkmıştım. Ertesi güne yetişmesi gereken dersler, belki de imtihanımız vardı. Sobaya odun atmış, dışarının soğuğunu içeride sıcacık yaşayarak, uykuya yenilmemek için uğraş vererek ders çalışmaya çalışıyordum. 
O zamanlar radyolarda hava durumu “bugün kar yağacak” diye tam isabet yapamıyordu tabi ki. Ama kar yağınca günlerce dururdu, hatta kışı karla geçirirdik. Bursa'da okumuş öğrenciler olarak
Uludağ yanı başımızda  olmasına rağmen, çok sıklıkla gidemediğimiz gibi ,kayak yapma lüksüne hiç sahip olmadık üniversite hayatımız boyunca.Henüz  dağlarda kar görünmüyordu penceremizden.
Gece yarısına doğru kar sürpriz yaptı, lapa lapa karanlığı süsledi. Aslında uykunun derinliğindeydin ama kar lafını duyunca yataktan fırladın ve pencereye yapıştın.

Bir çocukluğunda yağmış azıcık birkaç saat kar, Ege kasabasına.
Öyle mutluydun ki, gözlerin pırıl pırıl adrenalin zirvede, terasa çıkıp, karı kucaklamak istiyorsun.
Kar sabaha kadar yağdı, ben ders çalışmadım, uyudum, seni pencerenin önünde bıraktım, uyumadın.
Dikkat et, yavaş yürü dedim düştün, buzda kaydın, kartopunun tadını, kardan adam yapmanın keyfini çıkardın. Belki de küçücük çocuklardan daha mutlu oldun günlerce, hep güldün, eğlendin. Buzda kaydığım zaman, sana dikkat diyen ben, en çok düşendim kar üstünde yürürken ve biz katıla katıla gülerdik. O zamanlar dijital fotoğraf makinesi yoktu ki, her anımızı kareleyelim. Siyah beyaza birkaç fotoğraf çektik, onlarda çekim hatası.
Karlar erimeye başladığında neşenin yerini karamsarlık kapladı yüzünde. Bir daha ne zaman kar yağacak, seneye kadar bekleyecek miyiz?
Sen, üniversite hayatımızın  ilk senesinde kar mutluluğunu doyasıya yaşadın. Sonrada yağdı, hep karı sevdin ama o ilk sene ki neşen, kahkahaların ve sevincin  bugün yağan ilk karda tekrar bir kar tanesi ile gözümde canlandı.
Yıllar geçti Emine’m. Biz o evde, altı senemizi geçirdik, birlikte paylaştık her şeyi, mutlu olduk, güldük, isyan ettik, depresyona girdik, ağladık. Sonra araya yıllar, işlerimiz, ailelerimiz, çocuklarımız girdi, hayat kavgasında hamur olduk, yoğrulduk, sınırlı zamanlarda birbirimizi gördük, bir telefon konuşmasına sığdırdık zamanları.

Kar bir yağıyor, bir duruyor. Bolca fotoğraf çektim, penceremden… Hepsi çıkacak. Ama aklımdaki görüntü kadar hiçbiri güzel olamaz. Karanlıkta kar yağıyor diye balkonda kar tanelerini yakalamaya çalışan, yüzünde gülücükler, gözlerinde ışık parlayan, mutluluğunu yansıtan Emine’nin aklımdaki fotoğrafı kadar güzel bir kar manzarası ile bütünleşen görüntüsü, ne zaman kar yağsa hep aklıma düşecek, ama ben asla o kar sevincini fotoğraf karesinde yakalayamayacağım...

Bir kar tanesine saklanan geçmişten bir an, çam ağacının dallarında ortaya çıktı. 
Kaç yaşında olursak olalım, son anımıza kadar mutluluk hep seninle olsun.Güzel gözlerine yansıyan neşe, coşku,umut hiç eksilmesin,sevdiklerin hep yanında olsun..
Nice senelere…

                                                                13/12/2013
                                                                  Yasemin


5 Aralık 2013 Perşembe

Tembelliğe Mektup



Canım  Mine'm

Günlerdir beni yazmaya teşvik ediyorsun, köşeye çekilmiş tembelliğimi uyandırmayı başardın. Oysa tembellik sanatı hakkında epeyce yol almıştım!
Hiç üşenmedim, oturdum en sevdiğimi yazdım. Hatta bu konuda alfabe bile oluşturmaya başladım.

Tembellik.


Bugün iş yok…
Keyif zamanı.
Yüzümü bile yıkamadan çayı demlemeye gidiyorum.
Mükellef bir sofra hazırlamalıyım kendime.
Zararlı kahvaltı edeceğim işte…
Sucuklu yumurta, oh, tere yağda kırılmış, kızarmış ekmekler, yağ reçel, peynir, zeytin, birde sürmelik çikolata.
Hımmmmm,ay ben özlemişim kahvaltının acelesiz, zamanın çayın yudumlarında kalmasına..
Sofra mükemmel.
Kimse keyfimi bozamaz..
Bugün özel bir gün.
Tembellik etmenin anındayım..
En kıymetli porselen bardaktan çayımı içiyorum, sıcacık..
Kendi kendime gülüyorum, kıyafetim sofraya uygun değil! Gecelik, sabahlık, saçımı bile taramamışım, yani insan bu kadar mı üşengeç olur,olur?
Boş ver…
Bir lokma şundan, bir lokma bundan…
Ay bu ne mutluluk…

Karnım doydu, koltuk bana bakıyor,
Bir bardak çay da koltukta televizyon seyrederken içmeli…
Offf televizyonlarda ne seyretmeli, ıvır zıvır programlar... Birinde duruyorum.
Sessizliğimde ses olsun,
Kahvaltım bitti.
Çayımı içtim.
Dur şimdi de bir şekersiz kahve yapayım, bir kendime fal bakayım…
Ay ne güzel çıkmış fal…
Yollar görünüyor, bol bol gezeceğim.
Falın gerisi önemli değil, gezme kısmı harika
Zaten anlamıyorum ki faldan…
Çayım bitti, kahvem bitti.
Önümde bir şişe  su.
Canım hiç bir şey yapmak istemiyor.
Koltuğa uzanıyorum…
Bugün iş yok.
Tembellikteyim…


Ne güzel,  yorgun bedenin tembelliğe yenilmesi!
Geçen hafta sonu şahane bir kahvaltıya, Samsun’un meşhur pideleri eşlik edince, bugün iş gününde dinlenme hayal edilir ve bunlar yazılır, sevgili yeğenim.


Bana gönderdiğin bloğu inceledim ve yazmaya başlamana hayran kaldım. Aslında bu bloğu kendimi yazma alışkanlığı kazanayım diye de açmıştım. Bundan önce de Yeşim bana her hafta alıştırmalar postada göndermişti, her hafta oturup yazmaya çalıştım, hatta onlarda bir köşede duruyor.
Evet, ben hafta sonu bu yazma ve tembellikten kurtulma işine sayende, başlıyorum.
Uzun zamandır yoktum ve yok olup gideceğiz nerdeyse. Dedim ya, alfabe bile oluşturmaya başladım, üşenmeyip yazarım , umarım.


Tembelliğin  A-B-C Sİ…

A-Aerobik günü…

Kollarını yukarı kaldır, indir,
Başını sağa çevir, sola çevir…
Uzan…şimdi bacak hareketleri..

Evdeyim, aerobiğe takıldım kaldım. Kendi kendime spor yapma günümdeyim. Aslında daha başlayalı on dakika bile olmadı. Ay sıkıldım. Şimdi hareketsizlik var iken kendimi niye sıkıntıya sokuyorum ki…
Neymiş daha dinç olacakmışız, yok kendimizi iyi hissedecekmişiz…
Hadi şimdi bir iki, mekik çekelim. Karnımızın ağrıdığını hissedelim..
Bıraksam mı acaba? İnatla devam ediyor televizyonda ki kadın. Nerden de açtım burayı? Hadi açtım da niye yapıyorum, belki gözlüyordur beni…
Şimdi yüzüstü yatalım. Kollarımızla şınav çekelim…
Ay vallahi  halim kalmadı...Aaaa bir de az kaldı diyor.
Oh çok şükür, şimdi bütün vücudu dinlendirme hareketleri…
Bitti…
Koltuğa  oturdum, önümde çay …keyif anı..
Başardım ya, yarın bu kanalı açar mıyım acaba? Bilmem!

B-Bunalım

Bugün bunalım takılıyorum… Ortalık darmadağın. Ütüler birikmiş. Bulaşıklar bulaşık makinasına bile yerleştirilmemiş. Olsun.
Olsun, bugün hiçbir şey yapmadan, tek kelime bile konuşmadan günü geçirmek istiyorum.
Vücudum yorgun, halim hiç yok, yataktan çıkmadan gün geçirmek istiyorum.
Bunalım beynimde…
Yağmur yağıyor, hava karanlık ve soğuk.
Elektrikler kesik, sular kesik…
Boş ver… Canım hiçlerde…
İyisi mi bunalıma bırak kendini… Bunal bunal dur…
Hiç olmanın keyfindeyim..
Ben bene misafirim bugün..

C-Cazibe…

Sabah kalktım, pür neşe…
Yüzümü yıkarken yorgun halime bakıp şaşırıyorum.
Yok böyle olamam.
Önce ılık suyla bir kendime geliş, sacıma ayrı, vücuduma ayrı bol şampuan..
Ayaklardan başlayıp bolca kremlenme…
En özel parfümü sıkma…
Dolabın karşısında ne giysem diye düşünme…
Aynaya bakıp, kendime hayran, gözlerime ışığı da yerleştirdim mi tamam,
Dudaklarıma kırmızı ruj,  işte tamam.
İşe gitme vakti.


Ç  de kaldım, birgün çalışkanlığımda devam ederim.
Beni tembellikte yazmaya teşvik ettiğin teşekkürler
                                                                         Yasemin


29 Ağustos 2013 Perşembe

Anılara mektup



Sinan’a

Anılardan “an” karesi… 

          Yoksun. 

Sana anlatacaklarım birikti, bir telefon açıp “nasılsın, iyi mi sin?” diye sorsam, sen bana “ben iyiyim, sen nasılsın?” deyip her zamanki şakalarımızı yapsak, aynı anda “o zaman mesele yok” deyip telefonu kapatsak. Hep böyleydik, sonra tekrar telefon açar uzun uzun konuşurduk.
Şimdi sana açsam,"yıllar geçiyor yokluğunda, yok olmak ne ki?" diye sorsam, diyeceğini biliyorum , “yok muyum ki ?” 
Yoksun, sesini duymuyorum, seninle konuşamıyorum, seni göremiyorum. Varsın, her gönülde hasretle ve anılarla yaşıyorsun. Yine de esprilerimizi kendi adıma yapmadan duramayacağım.
“Burada havalar çok sıcak, orada nasıl? Ve orada da bulmaca çözüyor  musun acaba?”
Dün canım hiç çalışmak istemedi, iş yerimde tembellikle vakit geçirdim. Önce kitap okumak istedim olmadı, işime döndüm olmadı, film seyredeyim dedim ıh ıh. Sonra aklıma oyun oynamak geldi, şöyle oyunları bir inceleyim dedim. Seninle yaz tatillerinde arada pişti oynardık. Ama bizim aramızda oynanan piştiyi herhalde kimse oynamamıştır. Benim için yenmek, sana sık sık kızdığım için intikam alma yoluydu. Dayak atmacasına pişti… Hile olur mu, sen yenmek için yapardın, yine de yenilirdin. Sonra yüzüne masum bir ifade bürünür, sana atacağım tokat havada kalırdı. Her seferinde oyunbozan derdim ama yine de seninle oynamaktan vazgeçmezdim. Bir keresinde de sana bulaşık yıkattırmıştım. Tabi ki ben seni yenerek abimi yenmenin gururunu yaşıyorken sen aslında bunların hepsini oyun olarak yapıyordun, aramızda eğlendiğimiz ve dinlendiğimiz oyunlar. Yıllar var ki pişti oynamadım. Sonunda internet de pişti buldum, oyunun nasıl oynandığını, nasıl sayı alındığını bile unutmuşum. Çocukluğumuzda oynadığımız iskambil oyunlarından hangisini hatırlıyorum acaba diye düşündüm? Ya çocuklarımız, hangi iskambil oyununu biliyor? Onların oynadıkları bilgisayar oyunlarını da biz bilmiyoruz ya neyse.
Pişti oynadım saatlerce, karşımda sen yoktun, ayrıca iskambil kâğıdından aldığım zevki de almadım, ama sanki sen varmışsın gibi çocuklaştım, oynadım, oynadım, yenildiğimde yüzümde hafif bir tokat izi hissettim, güldüm. Ama yendiğimde bilgisayara tokat atamadım ki.

Birbirimize yazdığımız komik mektuplar,
İkimizin ortak yanı 206 kemiğimiz var,
Bana aldığın atlas kapağına yazılan mektup.

   Bir ara aklıma bezik takıldı. Annem öğretmişti sana, her zaman zeka oyunu diye düşünmüştüm, ne zaman öğretmeye kalkışsan, kendimi geri zekalı olarak göreceğimden senin yanında senden öğrenmeyi reddettim. Annemi yenecek seviyeye geldiğimde, zaman geçirmek için iki kişilik oyunumuza beziği de ekledik. Sonra beziği eşime de öğretmiştim, ama şimdi ikimizde hiçbir şey hatırlamıyoruz bile.
Ah daha ne oyunlar oynanırdı, ailece değil, sülale boyu neşe içeresinde oynadığımız oyunlar anlatmakla bitmez. Akıl oyunları, zekâ bulmacaları, neredeyse seni sihirbaz ilan ettiğimiz zamanlardan hoş gülümsemeler yayıldı yüzüme ama keşke kayıt alsaydık, keşke yazsaydık her birini de çocukluğumuzun çocukluğunu etrafımıza da yaşatabilseydik.
Sen hayatımda gördüğüm en üstün zekâydın, “babamdan sonra tabi ki” demene rağmen. Üniversiteye başlayana kadar amacım hep seni geçmekti, sonra seni eğitim hayatımda hiç geçemeyeceğimi anladım. Bana öğrettiğin analitik geometri, cebir kurallarını bile hatırlıyorum da oynadığımız zeka oyunlarını hatırlamıyorum ne yazık ki.
Bana her telefonda ne okuduğumu sorardın, tıp bilgilerimizle tartışıp, seni yenmekten zevk almama rağmen, benim fikirlerimi çürütecek yeni bir tıp bilgisi ile karşıma çıkardın. Araştırmanın, öğrenmenin sonu yok olduğunu, çok hasta ve ömrünün kısa günlerindeyken bile yarım kalan bir eğitimi tamamlamaktan bahsederken anlamıştım.
“Alim olun” derdin, “ üzerinde uğraştığınız her konuyu iyice öğrenin .”
Bir bezik, bir pişti oyunu beni nerelere sürükledi.
 Gittim kendime Oyunlar Ansiklopedi ‘si aldım. Kitap ilgimi çekti. İçinde otuz beş adet iskambil oyunu, on beş adet taş ve tabla oyunu, on adet te zar oyunu var. Ay bak, dominoyu da unutmuşum, aaa kitapta ne buldum bak şimdi. Trabzon’da kumda oynadığımız altı sıralı çukura altı taş yerleştirdiğimiz ve taşlarla oynadığımız bir oyun vardı. Oyunun adı Kalaha’ ymış. Geçenlerde televizyon programlarından birinde bu oyunun sadece bu yöreye ait olduğunu oğlumla seyredince “aaa bu Mangala oyunu dedi” hemen bilgisayarıma indirdi oyun programını, arada oynarım ama aynı zevki alır mıyım bilmem? Aslında bu oyun, ta Hunlar zamanından beri oynanıyormuş. İlginç değil mi?
Oyunların hepsini unutmuşum veya çalışma ve hayat düzeni bunları silmiş aklımızdan.
Şimdi öğrenme zamanı geldi yine.
Seni anlatmak oyun anlatmak değil elbette. Koca bir zekânın bizdeki izlerinden sadece hoş bir parçasındasın mektubumda.
Yıllar uzaklaşıyor, sen ise aynı yerdesin. Solma hayatımızdan ve aklımızdan.
Yoksun ama hep varsın.
                                                                   Kardeşin

Mangala oyunu hakkında bilgi
http://www.mangala.com.tr/oyun_kurallari.html
Bezik oyunu hakkında bilgi
http://bezikseverler.wordpress.com/

31 Temmuz 2013 Çarşamba

ABLAMA NOSTALJİ

   NOSTALJİ MEKTUPLARI

      Sevgili Ablacığım

         
   Uzun zamandır sana mektup yazmadım, sende bana yazmadın ya neyse. Hatırla bakalım, en son mektuplaşmamız ne zaman olmuş… Baktığım mektupların arasında, 1985 yılına ait var.

 Eski mektuplara baktım geçenlerde, her satırda hoş anılar tekrarlandı.         Unutulanlarda ise “aaa, böyle miydi?" gülümsemeleri belirdi yüzümde.

En büyük yeğenimin pek mektupla alakası yok, buzdolabının üstüne astığın anneler gününe özel sana duygularını anlatan küçücük bir kâğıt parçası, herhalde o yüzden çok değerli.

Alev, Mine yazmaya başladıktan sonra mektupları bırakmış. En çok Miniş’imden almışım mektupları. Bende özenle saklamışım onları. Ne güzel!

Mektup yazmayı ne zaman bıraktık acaba? Herhâlde haberleşme kolaylaşınca olmuştur. Öğrenciyken evimizde telefonumuz yoktu, postaneye gidip sırada bekleyinceye kadar, “at bir mektup, dünyanın haberlerini de yaz içine” düşüncesiyle yazıyorduk belki de. Telefon açma kolaylaştıkça, yani aradığımızda fazla beklemeden konuşma imkânına sahip olunca yazmayı önce azalttık, sonra cep telefonları ile her şey daha kolaylaştı, şimdi ise herkes birbirini takip edebiliyor.
        Geçenlerde Mine bana kart atmış,telefonla  söyledi. İlginç olan kartpostal bir hafta sonra elime geçti. “Değişmeyen şeyler var yine” dedim, hala postalar geç geliyor.                          
                                


Mine kendi bloğunda ne güzel anlatmış gezdiği yerleri, çektiği resimler harika, görmüş kadar olduk. Ayrıca duygularını resimlere katınca, oturduğum masadan kalkıp resimden oralara uçmak istedim.

Mine blog açtığında her gün acaba ne yazdı, bugün ne pişirdi diye bakınıyordum, uzaklar artık ne kadar yakın değil mi?

Tatil deyince, biraz fazla yorgun hissettim geçen hafta kendimi, canım hiçbir şey yapmak istemedi. Bazen bu ruh halinde olmakta insanı dinlendiriyor. Kitap yerine bol bol mektup okudum o günlerde.

Dinlendim.

     

         Bugünkü mektupta nostalji var.




 Mektup 19 mayıs 1980 de yazılmış,
Doğum günümü kutlamak için. Üniversitede okuyordum.
Şimdi günlük olayları değil,anında herkes birbirinden haberdar.
Haftada,ayda bir iki kez,hatta yılda bir kere bile yazılsa, haberleşmek birbirimizden haber almanın yoluydu mektuplar...







   Ablacığım,mektubuma son verirken hasretle sana saygılarımı gönderiyor ve seni öpüyorum.

                             
                               Kardeşin




Tavsiye:

Gezileri güzel,okudukları okunacak,yemekleri yapılacak,çocuklara ise sevilmeyenler hikaye ile yedirilen cinsten.
http://minetozanlioglu.blogspot.com/











29 Temmuz 2013 Pazartesi

KIZIMA MEKTUPLAR

İKİ MEKTUP

Hayallerinin peşinde koşan kızım

"Fuji dağının tepesinde güneşin doğuşunu seyredeceğim” dedin ve seyrettin.

FUJİ DAĞI
BULUTLARIN ÜSTÜNDE
Düşünüyorum da hayallerin sonu yok… Hayallerin gerçekleşmesi için uğraşmak, dilediğin gibi yaşama hakkına sahip olmanın ve yaşamını kendin yönetebilmenin sonucu olsa gerek.

UFUK
Aslında gördüğün çizgiden daima daha ileriye baktığında çizginin sınırlarının olmadığını fark etmendir. Bizler, arzularımızla bile ulaşamayacağımız büyüklükte bir dünyanın önce pencerelerini, sonrada kapılarını aralamayı başardık. Dünya, sizin nesil için, avucunuzda sımsıkı tutabileceğiniz kadar küçük, küçüldü. Güneşin doğuşunu sekiz saat ileride yaşayan bir ülkenin dağından sen seyrederek, bense seni dinleyerek yaşayabiliyorum, görmem olmadan.

HAYALLER
Hayallerimiz, gördüklerimiz, varabildiklerimiz sınırlıydı, düşüncelerimiz bile sınırlıydı. Düşüncenin ötesi bizim için keşifti. Uçağa binip bir yerlere gidebilmek lüksün adıydı. Televizyonda dünyayı gezen nadir insanları görmek hayranlığın adıydı. İlkokul beşinci sınıfta, Sadun Bora dünyayı dolaşıp yatıyla İstanbul boğazından geçeceği gün okuldan bahçeye çıkıp, okyanusları geçen yatı seyretmek bile akıl almaz bir olaydı. Biz, Coğrafyayı önümüzdeki küreyi çevirerek veya atlaslarda şehir bulmaca oynayarak, derslerde ise gidemediğimiz yerler hakkında sınırlı bilgilerle öğrendik. Zenciyi, Japon’u, sarı ırkı ülkemize gelince gördük. Tabi ki dünya vardı ama ulaşım bu kadar şanslı değildi…

DÜN

Bana Kore’li arkadaşının Eylülde geleceğini söyledin. Artık bu çağın çocukları, gençleri dünyanın her yerinden arkadaş edinebiliyor. Bizse yabancı dilimizi ilerletmek için gidemediğimiz ülkelerden birileriyle mektup arkadaşlığı yapardık. Tanışmalar çok ender olduğu için arkadaşlık satırlarda kalır, mektuplar bir süre sonra kesilirdi. Şimdi sizler dünyanın çeşitli yerlerinden arkadaşlarla planlar yapıp, bir ülkede görüşüp, istediğiniz yere gitme şansına sahipsiniz.
İlk görev yerime gideceğim zaman, yıl 1983 de, tesadüf, babaannem ve göremediğim dedem görev için tam otuz günde kervanlarla gidebildiği yere, ben otobüsle yirmi saatte İstanbul’dan vardığım için şanslıydım. Şimdi yirmi saat de, aktarma ile olsa bile dünyanın öbür ucuna gidebiliyorsun.

BUGÜN 

Televizyonu seyrederken bir programda Tillokalesinin sırrı anlatılıyordu. "Yeni yılda ilk kez hocamın başucunu aydınlatmazsa ben o güneşi neyleyeyim" diyerek kolları sıvayan ünlü mutasavvıf Erzurumlu İbrahim Hakkı, Güneşin ilk ışıklarını daha Tillo sokaklarına düşmeden hocası ve şeyhi ünlü Mutasavvıf İsmail Fakirullah'ın mezarının başına düşürmeyi başarmış. İş arasında, babanla ilgimizi çekerek seyrettik, interneti açarak hakkında bilgi aldım. Sonra her şeyi bırakarak masamda hayallere daldım.
Bir televizyon programında göremediğim yerlere gidebildiğim için, internet de her türlü bilgiye ulaşabildiğim için, okuyabildiğim için, yapabilme ve öğrenebilme gücüne sahip olduğum için kendimi çok şanslı hissettim. Yaptıklarımla gururlandım, bilgi açlığım ise doyumsuz mutluluk…
Hayatımı sınırlı hayallerimle ve imkânsızları başararak yaşadım.
Biz de ufuk çizgisi vardı. Sizde çizginin ötesi var.
Sana ulaşabileceğin hayallerini verebilmek, belki de hayattaki en büyük başarımdır. Âmâ yaptıklarınla gururlanman ve mutlu olabilmeyi başarabilmen için uğraşmak senindir.
Biz kervanla gidilen yollarda, yolları kısaltmayı, mektupla günler sonra ulaşabildiğimiz kişilere, bir telefonla ya da mail ile ulaşabilmeyi, her yer, her şey hakkında bilgiye sahip olabilmeyi başardık. Yine de görmenin, okumanın, bilmenin sonu yok, kabul ediyorum.
Çok uzattım.

KİYOTO
Sen yanımızda bile özlenensin. Oysa senin özlemlerin uzakta…
Özlemlerine varman dileği ile...

Özlendin.

                                              ANNEN
                                                            

İkinci Mektup 


Fuji dağının tepesinde güneşin doğuşunu seyredeceğim” dedin ve seyrettin.

Babalı ’da 
Güneşin sabah saatlerinde denizin üstünde bütün kızıllığı ile yükselirken fırça vuruşları ile gökyüzünü renklendirmesini ve Karadeniz’in beyaz köpük dalgalarında ışıl ışıl parlayan ışık şölenini ve kahvaltı sonrası sıcacık çaylarımızı yudumlarken yunusların gösterisini seyrediyoruz babanla.
“Fuji dağında güneşin doğuşunu seyreden kızım, buradaki güzelliğin farkında mı acaba? ”dedi ve güldük.
“Gökteki yıldızlara bakarken, yerdeki çukuru görmezmiş müneccim. Fuji’den güneşin doğuşunu seyreden çoğu gezgin(!) Babalıdaki güzelliğin farkında değil ”dedi.
A be kızım, çık burada kayaların üzerine, otur seyret güneşi… Onun için taaa Japonyalara gidip, dağa çıkıp bizimde yüreğimizi ağzına getirmen gerekiyor muydu? Bir dağa çıkacaksan çık Nemrut’a…

Sen hiç Karlıova’da güneşin doğuşunu seyrettin mi? Dünyada iki yerde bir Everest’te, diğeri de Karlıova’da öyle doğarmış, güneş bütün renkleri ile yükselirmiş. Biz Karlıova’da güneşin doğuşunu seyrettik ama ne yazık ki bütün renkleri göremedik. Şimdi sen Everest’e de çıkacağım dersin, çıkarsın da…

GÜNEŞİN BATIŞI
BABALI-EV-SALINCAK
Bir Pazar günü 

Keyfimiz yerinde. Karadeniz’in dalgaları sana takılma duygusu uyandırdı içimizde.(Gülümse…,her zaman ki halimiz) Sahilde bizden başka kimse yok, sizlerin tabiriyle Allah’ın unuttuğu yerdeyiz. Biz doğanın sesinde dinlenirken, sizler şehirlerde kayboluyorsunuz.
Eeeee kızım, çocukların anne ve babaları hep büyüktür, malum. Zevkler ve renkler hiçbir zaman tartışmamalı, kuşak farkı ise bilinen gerçek.


Sözün özü, aslında sadece şu:
Mutlu ol, mutluluğun peşinde koş, ama yanındaki mutluluklarında farkında ol.

Öpüldünüz.


                                                                                                 BABANIN SÖZLERİ VE BEN








10 Temmuz 2013 Çarşamba

SEVGİLİ OKAY'IMIZA MEKTUBUMDUR.

Sevgili Okay,


Umarım iyisindir,artık senin takipçin olarak, haber almadığımız zaman endişelenebiliyoruz.

                                                                                 TANIŞMA
                                     
Bir gün, “Blog yazarlığı ve sosyal medya” ile ilgili bir kursun düzenlendiğini gördüm. Önce hiç ilgimi çekmedi, şimdiye kadar “ah keşke bende yapabilsem ”gibi bir düşüncem olmadığı gibi, sosyal medya denilen kısımla da çok az uğraştım.
Yoğun bir iş hayatı ve mesleğimin doktor olması nedeniyle tabi ki , internetin arama ve okuma kısımlarıyla ilgileniyordum, bir de facebook ‘u kullanma nedenim, insanların nelerle uğraştığını görmek ve özellikle çocuklarımdan haber almak ve onları takip edebilmek içindi.(Korkunç anne değilim aslında!!!)

Birkaç gün sonra Yeşim, akşam dersleri için, iki kişilik kontenjanın kaldığını yazınca içimde “acaba katılsam mı?” diye, bana göre çılgın bir düşünce oluştu. Blog “nasıl olur?” hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim ,“en azından biraz bilgilenirim, insanlar neler yapıyor anlarım” dedim ve kursa katılmaya karar verdim.

Yıllar önce, emekli olma zamanı ablam “sen kendini oyalamayı bilmezsin, emekli olduktan sonra da uzun yıllar çalış, çünkü dikiş, nakıştan anlamazsın, ev işinden sıkılırsın” deyince fazla bunalmış ve bu cümleyi düşünmüştüm. Çevremdeki insanlar emekli olduktan sonra mükemmel sayılacak hobilerle uğraşıyorlardı. Kimisi takı, dikiş, resim atölyelerine gidiyorlar ve oyalandıkları gibi şahane eserler de yaratıyorlardı. Kendini meşgul eden ve üreten insanlara her zaman hayran oldum ve hayattan kopmamak ve yaş ne olursa olsun yaşamını doldurabilmeye saygı duydum. Ben de ise, sadece kitap okumak ve gezmekten başka bir hobi yoktu bu kursa başlayana kadar. Ayrıca mesleğimiz bize ölünceye kadar çalışma imkânını sunuyor, vaktimizi yavaşlatsak bile, hayattan emekli olmamak amacımız.

Önce “herkesin bloğu var ve işi ilerletmek için kursa geliyorlar” sandım. Yazı evinde gencecik öğretmenimiz, sen karşıladın. Kurs arkadaşlarımla sıcacık bir ortamda, masamızda çay, simit, pastalarla, hoşsohbetlerle her ders gittikçe ilerleyen bir bilgi dağarcığına sahip olmaya başladık.
                                                                 
                                     HAKKINDA                                                                                              
 İşini seven insanlardansın, işini     üretiyor,                              
paylaşıyor, öğretiyorsun. Sosyal medya ve blog yazarlığını hobi olarak değil, asıl işin olarak yaptığını öğrenince sana gıpta ettim. Çünkü işinden mutlu ve büyük şikâyetleri olmamak, çok az insana nasip olur. İnsan kendi seçimlerinde tabi ki özgürdür ama seçimler mutluğu getirir mi, bilinmez? Sen bize yansıdın.
  
     YANSIMA
Yansımak, sadece bir şey öğretmek ve öğrenmek değildir tabi ki. Karşındaki insanın algısı öğrenmeye açık olmadığı müddetçe, kısacası istemedikçe, öğretmek mümkün değildir. Biz, kursa katıldığımızda hepimiz öğrenmeye açıktık ve sende bize bilgilerini sundun. Kursun sonunda hepimizin bir bloğu olacaktı ve bu benim hiç düşünmediğim bir şeydi.


Daha ilk derste bize nasıl bir blog açmak istediğimizi sorduğunda, öyle amaçsız ve bilgisizdim ki, ne diyeceğimi düşünürken aklıma mektuplar geldi. İşte asıl yansıman burada başladı. Herkese farklı bir şekilde yansımışsındır, bana yansıman önümde açtığın ufuktu.
Öyle yansıdın ki hayatıma, yapabileceklerimi gördüm, her derste aldığım bilgilerle sosyal medyanın nasıl yararlı hale geleceğini gördüm. Öğrenmenin sonu elbette yok, yaşımız kaç olursa olsun bize hediye ettiğin bilgilerle ve interneti sonradan kullanan veya karşı çıkan biz göçmenlere yepyeni renkler getirdin yaşantımıza.

TEŞEKKÜRLER

Şimdi sana teşekkür etme zamanı.
Öğrettiklerin için, bloglar için, ufkumuzu genişlettiğin için, farklı bakış açılarını hayatımıza kattığın için sana teşekkür ediyorum.
Artık bende bir medya insanıyım, sayende.
Şimdi senin bizleri seyretme zamanın…

Sevgilerimle…                                                                             
                                                                                                                              Mektubunuz Var
                                                                                                                                  10/07/2013






2 Temmuz 2013 Salı

BULUŞTUK


Sevgili Ahmet Baybalı, sevgili Bülent Çavuşoğlu,
Emeği geçen arkadaşlarım ve geceye katılan herkese,

OTUZUNCU YILIMIZDA BİRLİKTE
Gece sizin sayenizde…

Yıllardan Bir Gece.

Buluşma.
Buluştuk. Farklı şehirlerden, farklı konumlardan geldik Bursa’ya.
Kapıya kadar, biz yılların yaşanmış halindeydik, uzun yaşam yollarından, sadece bir geceye geldik, unvanlarımızı ve doktor kimliklerimizi eşikte bırakıp, kapıdan içeri girerken birbirimizi tanıdığımız gençlik halimize dönüverdik. Başparmaklarımızla “sen şusun, işte hatırladım “ işaretlerinden, kucaklaşmaya, seslerimiz çığlık şeklini almaya başladı.
Hiç değişmemiştik. Ne saçlarımız beyazlamış veya dökülmüş, ne kilolarımız artmış, ne yüzlerimiz de yaşanmışlıklar vardı.

O gece biz, geçmişteki altı seneydik sadece.
Hayatlarımızı üç dört kelimeyle özetledik birbirimize. Nerelerdeydik, neler yapıyorduk, nasıldık. Gururlandık, övündük.
Hani yıllara inat, kilolarını korumayı başaran, saçlarının şekli bile değişmemiş, sadece o günlerden farklı daha güzelleşmiş bayan arkadaşlarımdan kimisi emekli olmuş, yani çalışma hayatını bitirmişler, kimisi ise hala çalışmaya devam demiş. “Hem kariyer, hem çocuk yaparım” demişiz, çocuklar büyümüş, kimisi üniversitelerde, kimisi iş hayatında.
Gözlerimize en parıltılı bakışları yerleştirdik, ışıl ışıldık…
Yüzümüz de neşenin en gülme hali ve kahkahalarlaydık.
İlerleyen vakitlerde ise bedenler genç hareketlerde, oynadık oynadık, yorgunluk nedir bilmedik, o günlerin şarkıları çalmaya başladı.
Sınıfımızın ilk babaannesi Lale, hepimiz o kadar genciz ki Lale ne zaman babaanne oldu? Lale ve Bülent atıldı sahneye. Bülent, birazcık göbekli eskiye nazaran ama oynamada bir numara.

Buket, Azize şarkısı ile sahnede, tükenmemiş enerjilerle döktürüyor yine. Buket’e aynısın dediğimizde  “sokakta artık bize teyze diyorlar” diyor. Ya bırak, yarın sabah yine teyze oluruz, biz bu gece ,on yedi den yirmi beşe kadar olan zamanlardayız.

Işık, her zaman ışık, “Hani o bırakıp giderken seni” ile başlayan Veda busesini söylerken sesi geçmişten gelen sesti aslında.
Toplam kaç yuvarlak masaydık saymadım ama sahnede herkes bir aradaydı.
Aslında herkesi teker teker yazmalıyım, bir anı olarak kalır düşüncesindeydim ama baktım ki sayfalar yetmeyecek vazgeçtim. Onu resimlere sakladık.
Çok güzeldik, harikaydık. Ama en önemlisi öyle sımsıkıydık ki, bunca yıl arada olmasına rağmen biz bizdik ya. Rekabet, sorun, düşmanlık, kırgınlık asla aramızda olmadı. Biz iş hayatını değil, üniversite den gelen dostlardık. O gece bir kere daha anladık ki, özlemlerle dolu yıllar geçirmişiz ve yüreklerimize koşulsuz sevgiyi yüklemişiz.
Araya yılları sığdırsak bile, birbirimizi bulmanın zorluğunda yaşasak bile, kendi hayatlarımızı yaşarken arkadaşlarımızın adlarını unutsak bile o gece birbirimizi artık kaybetmek istemediğimizi anladık.
Hep o zamanlarda kalsaydık…
Geceyi bitirmek istemedik.

En olgun zamanlardayız şimdi.
Çalışmalarımız, ürettiklerimiz belki hala devam ediyor ama daha rahatlamışız. Artık çocuklarımızın hayat yolculuğu başlıyor. Onların destek zamanındayız.
Hayallerimizin peşinde koştuk, yaşamı başardık. Kim bilir, ne yorgunluklar ekledik hayatımıza.
İşte o gece dur dedik trafiğimize. Durduk.
Arkamız bakmadan biz sadece  “sınıf arkadaşlığı” na döndük.
Hepimiz birbirimizi ne kadar özlediğimizi de anladık.
Hepimiz artık “o gün” ’ün daha sık günler olmasını arzuladık.
Biz, hayatımızın bundan sonraki zamanlarında, hiç yaşlanmamış ruhlarımızı buluşturmaya devam edelim diyoruz.

Hep aynı kalalım.
Sevgilerimle

Teşekkürler, bizleri bir araya getirdiğiniz için, gençliğimize döndürdüğünüz  için.
Onuncu ve yirminci yılda da, emeği geçen arkadaşlarımıza  teşekkürü borç  bilirim.
                                                                   

                                                                                          MEKTUBUNUZ VAR

                                                                     29/06/2013
                                                                                             ANISINA