Aşkı anlatan mektupnameler

Günümüze kadar yazılmış en güzel aşk mektupları, gerçek, yaşanmış ve hala içinde o naif duygu barındıran sözcükler...

Türk edebiyatında mektup

Türk edebiyatından önemli mektup örnekleri ve kitapları

Kartpostal ve Mektuplar

Yaşamım boyunca okuduğum, yazdığım mektuplar ve sevdiklerimden aldığım kartpostallar..

Eskide kalan; telgraf

Bir zamanlar acil durumların en iyi dostu olan telgraf ve onu bize miras bıraktığı kısa cümleler...

Yazdığım mektuplar

Hayatın akışını nakşettiğim beyaz bir kağıdın sararan cümleleri...

Hayata tanıklık eden mektuplar

Kalemin ucundan dökülen sözcükler hiç tanımadığımız insanların geçmişlerini geleceğe taşıyorlar...

13 Aralık 2013 Cuma

Sana Mektubum VAR,EMİNE'M

Sevgili Emine'm


Kar yağıyor, karşımdaki park beyaz ve yeşil karışımı renklere bürünmüş. Görünce Bursa’da ki talebe evimizin mutfağının pencerelerine kadar gelen çam ağaçları aklıma geldi. Mutfağımız en soğuk yerdi ama senin yaptığın ve hayatta hiç kimseden o tatta içmediğim çayın buharı kaplardı minik pencerelerimizi.

Hava soğukevimiz soğuk, paylaştığımız tek odamızda sobayı yakmak için  uğraşılarımızda bazen ağlayacak hale gelirdik ve sonra vazgeçip buz gibi odada yorganın içine girerdik, burnumuzun ucu kıpkırmızı olunca “böyle olmayacak, tekrar deneyelim “diyerek sobayı yakmaya çalışırdık. Yanınca, işte keyif o zaman başlardı.

O akşam,sıcacık soba, ben uykuya yenilmiş, sen ise ders çalışmış, sonra beni uyandırmış tın. Uyuma sırası sendeydi. Benim ders çalışma zamanı hep sabaha karşı, malum çalışmak uykuya yeniliyor hep. Ama o akşam geceyi beklemeden erkenden on gibi yatmış, ben de gece yarısına doğru kalkmıştım. Ertesi güne yetişmesi gereken dersler, belki de imtihanımız vardı. Sobaya odun atmış, dışarının soğuğunu içeride sıcacık yaşayarak, uykuya yenilmemek için uğraş vererek ders çalışmaya çalışıyordum. 
O zamanlar radyolarda hava durumu “bugün kar yağacak” diye tam isabet yapamıyordu tabi ki. Ama kar yağınca günlerce dururdu, hatta kışı karla geçirirdik. Bursa'da okumuş öğrenciler olarak
Uludağ yanı başımızda  olmasına rağmen, çok sıklıkla gidemediğimiz gibi ,kayak yapma lüksüne hiç sahip olmadık üniversite hayatımız boyunca.Henüz  dağlarda kar görünmüyordu penceremizden.
Gece yarısına doğru kar sürpriz yaptı, lapa lapa karanlığı süsledi. Aslında uykunun derinliğindeydin ama kar lafını duyunca yataktan fırladın ve pencereye yapıştın.

Bir çocukluğunda yağmış azıcık birkaç saat kar, Ege kasabasına.
Öyle mutluydun ki, gözlerin pırıl pırıl adrenalin zirvede, terasa çıkıp, karı kucaklamak istiyorsun.
Kar sabaha kadar yağdı, ben ders çalışmadım, uyudum, seni pencerenin önünde bıraktım, uyumadın.
Dikkat et, yavaş yürü dedim düştün, buzda kaydın, kartopunun tadını, kardan adam yapmanın keyfini çıkardın. Belki de küçücük çocuklardan daha mutlu oldun günlerce, hep güldün, eğlendin. Buzda kaydığım zaman, sana dikkat diyen ben, en çok düşendim kar üstünde yürürken ve biz katıla katıla gülerdik. O zamanlar dijital fotoğraf makinesi yoktu ki, her anımızı kareleyelim. Siyah beyaza birkaç fotoğraf çektik, onlarda çekim hatası.
Karlar erimeye başladığında neşenin yerini karamsarlık kapladı yüzünde. Bir daha ne zaman kar yağacak, seneye kadar bekleyecek miyiz?
Sen, üniversite hayatımızın  ilk senesinde kar mutluluğunu doyasıya yaşadın. Sonrada yağdı, hep karı sevdin ama o ilk sene ki neşen, kahkahaların ve sevincin  bugün yağan ilk karda tekrar bir kar tanesi ile gözümde canlandı.
Yıllar geçti Emine’m. Biz o evde, altı senemizi geçirdik, birlikte paylaştık her şeyi, mutlu olduk, güldük, isyan ettik, depresyona girdik, ağladık. Sonra araya yıllar, işlerimiz, ailelerimiz, çocuklarımız girdi, hayat kavgasında hamur olduk, yoğrulduk, sınırlı zamanlarda birbirimizi gördük, bir telefon konuşmasına sığdırdık zamanları.

Kar bir yağıyor, bir duruyor. Bolca fotoğraf çektim, penceremden… Hepsi çıkacak. Ama aklımdaki görüntü kadar hiçbiri güzel olamaz. Karanlıkta kar yağıyor diye balkonda kar tanelerini yakalamaya çalışan, yüzünde gülücükler, gözlerinde ışık parlayan, mutluluğunu yansıtan Emine’nin aklımdaki fotoğrafı kadar güzel bir kar manzarası ile bütünleşen görüntüsü, ne zaman kar yağsa hep aklıma düşecek, ama ben asla o kar sevincini fotoğraf karesinde yakalayamayacağım...

Bir kar tanesine saklanan geçmişten bir an, çam ağacının dallarında ortaya çıktı. 
Kaç yaşında olursak olalım, son anımıza kadar mutluluk hep seninle olsun.Güzel gözlerine yansıyan neşe, coşku,umut hiç eksilmesin,sevdiklerin hep yanında olsun..
Nice senelere…

                                                                13/12/2013
                                                                  Yasemin


10 Aralık 2013 Salı

JAMBO









Önümde dünya küre, döndürdüm döndürdüm, sonra durdurdum.
Gezdim bütün ülkeleri, parmağımla dokundum şehirlere.

İlk Kenya, dokunmuşum  Mombasa’ya.,oldum bir Afrikalı.

Ayağım çıplak, başımda kocaman sepet, kucağımda bebek…
 
Jambo diyorum hayata, orada yaşasaydım eğer, yaşadığım gerçek hayatın lüksünün farkında olur muydum acaba? Musluktan akan suyu bolca tüketmek lüksüne, yediğim her gıdaya, okuduğum kitaba, çalıştığım işe her şeye şükürler olsun aslında. Kadın olmayı bırak, erkek olmak bile zordur Afrika’da çoğu yerde.
Egzotik güzelliklere diyecek laf yok, görmek lazım. Örneğin şu anda dışarıda karla karışık yağmur yağarken orada Hint okyanusunda yunuslarla yüzebilir, denizin altındaki muazzam güzellikleri seyredebilir, safari yapabilir, doğal uçsuz bucaksız görünen parklarda filleri, aslanları, leoparları, zürafaları görebiliriz.
Belki de parmağımın burada durmasının nedeni gerçekten orada yaşamak için değil, ama vurulduğum cümleler içindir.

Haraka haraka hayna baraka, no hury in Afrika.”

Ne koşuyorsun hayatta, niye bu telaş, al işte Afrika’da koşmak yok, telaşa gerek yok, her şey hal olur. Hal olur?
Gün içersinde arı gibi çalış, zamanla yarış, bazen dışarıda yağmurun, karın farkında olma, akşama ne pişireceğim, şu ne olacak, bu nasıl haledilecek, acelem var, yetişmem lazım derken neyi halediyoruz acaba. Etrafımızda öfleyen, püfleyen, suratı gülmeyen insanlar, çözülmeyen veya bekleyen sorunlar, hastalıklar her şey bir koşuşturmaca.
Afrika’da her şey yavaş yavaş hallolur. Hiç acele etmeye gerek yok. Hala telaşa devamsa gülümseyip “Hakuna Matata
yani problem yok her şey yolunda diyorlar. En zor şartlarda bile gayet sakin bir tarzda hemen bunu söylüyorlar. Eğer biraz telaş görürlerse hakuna matatanın arkasında “pole, pole” yani “yavaş, yavaş” diye de ekleme yapıyorlar.
Yavaşlamak lazım, koşmadan hayatın güzelliklerini yaşamak için pole pole demek lazım.
Uygulayanlara saygı duyuyorum, ben de uygulamayı umut edenlerdenim.
Önümde küre, parmağımı dolaştırıyorum, döndürüyorum, döndürüyorum, yerime geri dönüyorum.
Dünyanın tüm ülkelerini gezebilecek kadar zamanım olur mu bilmem, ama belki eşref saatimdir, bakarsın tutar. Örneğin yılbaşında piyango biletine büyük ikramiye çıkarsa…
Ah hayal kurmak ne güzel şey..
Vakit gelmiş,hızlı trafiğe kavuşma vakti..


                                                                                                Mektubunuz Var             




9 Aralık 2013 Pazartesi

Kabuk Adlı Şiir Kİtabından

Düşünceler ve hava soğuk.


      Sevgili Banu Başaren’in Kabuk adlı şiir kitabı duruyor masamda, arada göz gezdiriyorum, dinlenme şekli benim için okunan satırlar.


  Düşünceler
 Uyuyamıyorum,
  Düştü 
        Düşler,
 Düştü
        Düşer
               Düşler
                         Düşünceler.
 Beynimin içinde kuyruğu birbirine değmeyen tilkiler
 Yalan yalan,
 Dolmaz içindeki boşluk inan,
 Sadece avuturuz ve geçiştiririz acımızı.
 Rakı basar gibi çürük dişimize.,
 Ve bir gün acılar geri teper uyuşmuşluğumuzdan
 Kurşun
       Soğur içimizde.
       

                               Banu Başeren (sayfa 30)

Tesadüf açtım, düşünceler uçuştu.
Hava soğuk, günlerden pazartesi, kahve içip biraz kendime gelme saatlerim.
Düşünceler uyandıran değildi, kahvenin birkaç yudumuna kadar mışıl mışıl  uyuyordu, bir minik serçe gördüm, çocukluğumun serçeleri uçtu, geldi uzaklarda kalmış hayal görüntülerin penceresine kondu.
Ablam en güzel şarkılarını söylüyor, ne söylüyor? Yüreğime sevgi şakıyor.
Ankara ‘da bir yerlerdeyiz, ablama misafirim, yeğenlerim yok dünyada, eniştem çantada getirecek, akşamları kapı da gelmesine sabırsızlananım...( ne de olsa biz leylek çocuklarıyız!!!),o kadar küçüğüm.
Çorbanın dumanı tütüyor, kaşık kaşık içirmeye çalışıyor, soğuk dışarısı, çatı kenarından oluşmuş buz sarkıtları görünüyor dışarıda. Soba yanıyor, içerisi sıcacık ama beni ısıtan onun ellerinden içmek..
Ekmek kırıntılarını koyuyor pencerenin kenarına, kuşları hep doyurur ablam.
Hiç kuş olup uçmak istemedim, kuş deyince kış, soğuk gelir aklıma, yıllar öncesinden usuma yerleşmiş görüntüler ile.

Dolmaz içimdeki boşluk
İş yerimin penceresinden görünüyor, karşıdaki ağacın boş dallarını kuşlar işgal etmiş, düşüncelerimi Banu’nun satırlarından dallara kondurdular.Hava soğuk-yazmalıyım-çalışmalıyım-okumalıyım-telefon, kim arıyor?-sohbet-çay içer misin?-küçük çocuk, gelecek yaşanacak-büyüdüm yaşandı-acı-sızı, geçmiş-mutlu anlarda kalsak, buz gibi donsa, erimese-hüzün-yaşanmışlıklar-güneş açtı-ama hava soğuk.
Bir başlarsa uykusuzluk, geçmiş, gelecek derken dolmaz içimdeki boşluk.
-Ah sevgili, çılgın Banu-şiir kitabın hayırlı olsun-bir şiir bana bir pazartesi sabahı neler yazdırmaya başladı-önsözüne bayıldım-deliliğine güldüm-Şiir ne güzel şey –Bir ömrün anlatamadığını-Bir bakışa sığdırmak gibi(sayfa 9)



Kahvem çoktan bitti. İçimde bir boşluk, silinmişlikler anılarda hayal meyal. Neden düşünceler bir şiirle geçmişe ve hüzne dönüştü anlamadım,ama yazdım.?..

                                                                                                            Mektubunuz Var




6 Aralık 2013 Cuma

BİR VARMIŞ.BİR YOKMUŞ..

Bir varmış,

               
                     
Günlerden bir gün, aylardan bir ay, yıllardan herhangi bir yılmış.
Bir yerde, bir bebek dünyaya gelmiş, güneş gülmüş, her yer aydınlanmış.
Ağaçlar meyve vermiş, çiçekler cümbür cemaat, rengârenkmiş.
Deniz mavi, gök mavi, bir martı mavide, kuş şakımadaymış.
Yılan tıslamış bir kayanın arkasında, timsah su da, karınları tokmuş.
Pencerenin kenarından bakmış kedi içeri, köpek ona gülümsemiş.
Yoldan geçenler birbirlerine selam vermiş. Gün aydınlaşmışlar.
Bir an, bir şey, çok şey, bir anda mutluluk gelmiş.

Bir varmış,
     
Saniyeler demiş ki ,”ben büyüyeceğim”, dakikaya gitmiş, o da saate, saat günlere, günler haftalara, hafta aylara, aylarda yıllara gitmiş.
Bebek büyümüş, mevsimler değişmiş, mevsimler yaşanmış.
Birin yanına eklenmiş sıfırlar, bir çoğalmış, bebek büyük olmuş, evlenmiş, çoğalmış bebekler.
Birken bir sürü yavrusu olmuş kediciğin, köpekçiğin de, karınlarını doyurmuş birileri.
Bir sokak, bir sürü cadde, bir trafik, sorma gitsin.
Bir ev işi, bir iş, bunalmış bazen bir-ileri.
Bir sorun, birçok sorun, birin yanındaki sıfırlar binlerce çözüm demiş.

Bir varmış,
       
Her şey bir-den var olmuş. Her yer varmış, herkes varmış.
Güneş, ay, yıldızlar, toprak, deniz, dağlar varmış, doğa var.
Masallar başlamış, öyküler yazılmış, satırlar dolmuş,
Biri okumuş, birileri yazmış, birileri fırça darbesi sürmüş, biri şarkılar söylemiş.
Her can, bir hikâye olmuş.
Her şey bir le başlamış.

Derken bir gün,

Yok çıkmış ortaya.

       
Bir varsın, bir yoksun demiş.
Varsın, varsan her şey var, sen varsın.
Yoksun, yoksan ne var ki ortada…

Yaşam, bir var ile bir yok arasında, varlığın her şeklinde..
Bir varmış,

Bir, yok mu,YOK.. 

                                                                                                                yasemin.
                                                                                               MEKTUBUNUZ  VAR

 http://tamamenatiyorum.com/2013/11/30/blog-firtinasi/#comment-1704                     


5 Aralık 2013 Perşembe

Tembelliğe Mektup



Canım  Mine'm

Günlerdir beni yazmaya teşvik ediyorsun, köşeye çekilmiş tembelliğimi uyandırmayı başardın. Oysa tembellik sanatı hakkında epeyce yol almıştım!
Hiç üşenmedim, oturdum en sevdiğimi yazdım. Hatta bu konuda alfabe bile oluşturmaya başladım.

Tembellik.


Bugün iş yok…
Keyif zamanı.
Yüzümü bile yıkamadan çayı demlemeye gidiyorum.
Mükellef bir sofra hazırlamalıyım kendime.
Zararlı kahvaltı edeceğim işte…
Sucuklu yumurta, oh, tere yağda kırılmış, kızarmış ekmekler, yağ reçel, peynir, zeytin, birde sürmelik çikolata.
Hımmmmm,ay ben özlemişim kahvaltının acelesiz, zamanın çayın yudumlarında kalmasına..
Sofra mükemmel.
Kimse keyfimi bozamaz..
Bugün özel bir gün.
Tembellik etmenin anındayım..
En kıymetli porselen bardaktan çayımı içiyorum, sıcacık..
Kendi kendime gülüyorum, kıyafetim sofraya uygun değil! Gecelik, sabahlık, saçımı bile taramamışım, yani insan bu kadar mı üşengeç olur,olur?
Boş ver…
Bir lokma şundan, bir lokma bundan…
Ay bu ne mutluluk…

Karnım doydu, koltuk bana bakıyor,
Bir bardak çay da koltukta televizyon seyrederken içmeli…
Offf televizyonlarda ne seyretmeli, ıvır zıvır programlar... Birinde duruyorum.
Sessizliğimde ses olsun,
Kahvaltım bitti.
Çayımı içtim.
Dur şimdi de bir şekersiz kahve yapayım, bir kendime fal bakayım…
Ay ne güzel çıkmış fal…
Yollar görünüyor, bol bol gezeceğim.
Falın gerisi önemli değil, gezme kısmı harika
Zaten anlamıyorum ki faldan…
Çayım bitti, kahvem bitti.
Önümde bir şişe  su.
Canım hiç bir şey yapmak istemiyor.
Koltuğa uzanıyorum…
Bugün iş yok.
Tembellikteyim…


Ne güzel,  yorgun bedenin tembelliğe yenilmesi!
Geçen hafta sonu şahane bir kahvaltıya, Samsun’un meşhur pideleri eşlik edince, bugün iş gününde dinlenme hayal edilir ve bunlar yazılır, sevgili yeğenim.


Bana gönderdiğin bloğu inceledim ve yazmaya başlamana hayran kaldım. Aslında bu bloğu kendimi yazma alışkanlığı kazanayım diye de açmıştım. Bundan önce de Yeşim bana her hafta alıştırmalar postada göndermişti, her hafta oturup yazmaya çalıştım, hatta onlarda bir köşede duruyor.
Evet, ben hafta sonu bu yazma ve tembellikten kurtulma işine sayende, başlıyorum.
Uzun zamandır yoktum ve yok olup gideceğiz nerdeyse. Dedim ya, alfabe bile oluşturmaya başladım, üşenmeyip yazarım , umarım.


Tembelliğin  A-B-C Sİ…

A-Aerobik günü…

Kollarını yukarı kaldır, indir,
Başını sağa çevir, sola çevir…
Uzan…şimdi bacak hareketleri..

Evdeyim, aerobiğe takıldım kaldım. Kendi kendime spor yapma günümdeyim. Aslında daha başlayalı on dakika bile olmadı. Ay sıkıldım. Şimdi hareketsizlik var iken kendimi niye sıkıntıya sokuyorum ki…
Neymiş daha dinç olacakmışız, yok kendimizi iyi hissedecekmişiz…
Hadi şimdi bir iki, mekik çekelim. Karnımızın ağrıdığını hissedelim..
Bıraksam mı acaba? İnatla devam ediyor televizyonda ki kadın. Nerden de açtım burayı? Hadi açtım da niye yapıyorum, belki gözlüyordur beni…
Şimdi yüzüstü yatalım. Kollarımızla şınav çekelim…
Ay vallahi  halim kalmadı...Aaaa bir de az kaldı diyor.
Oh çok şükür, şimdi bütün vücudu dinlendirme hareketleri…
Bitti…
Koltuğa  oturdum, önümde çay …keyif anı..
Başardım ya, yarın bu kanalı açar mıyım acaba? Bilmem!

B-Bunalım

Bugün bunalım takılıyorum… Ortalık darmadağın. Ütüler birikmiş. Bulaşıklar bulaşık makinasına bile yerleştirilmemiş. Olsun.
Olsun, bugün hiçbir şey yapmadan, tek kelime bile konuşmadan günü geçirmek istiyorum.
Vücudum yorgun, halim hiç yok, yataktan çıkmadan gün geçirmek istiyorum.
Bunalım beynimde…
Yağmur yağıyor, hava karanlık ve soğuk.
Elektrikler kesik, sular kesik…
Boş ver… Canım hiçlerde…
İyisi mi bunalıma bırak kendini… Bunal bunal dur…
Hiç olmanın keyfindeyim..
Ben bene misafirim bugün..

C-Cazibe…

Sabah kalktım, pür neşe…
Yüzümü yıkarken yorgun halime bakıp şaşırıyorum.
Yok böyle olamam.
Önce ılık suyla bir kendime geliş, sacıma ayrı, vücuduma ayrı bol şampuan..
Ayaklardan başlayıp bolca kremlenme…
En özel parfümü sıkma…
Dolabın karşısında ne giysem diye düşünme…
Aynaya bakıp, kendime hayran, gözlerime ışığı da yerleştirdim mi tamam,
Dudaklarıma kırmızı ruj,  işte tamam.
İşe gitme vakti.


Ç  de kaldım, birgün çalışkanlığımda devam ederim.
Beni tembellikte yazmaya teşvik ettiğin teşekkürler
                                                                         Yasemin


29 Ağustos 2013 Perşembe

Anılara mektup



Sinan’a

Anılardan “an” karesi… 

          Yoksun. 

Sana anlatacaklarım birikti, bir telefon açıp “nasılsın, iyi mi sin?” diye sorsam, sen bana “ben iyiyim, sen nasılsın?” deyip her zamanki şakalarımızı yapsak, aynı anda “o zaman mesele yok” deyip telefonu kapatsak. Hep böyleydik, sonra tekrar telefon açar uzun uzun konuşurduk.
Şimdi sana açsam,"yıllar geçiyor yokluğunda, yok olmak ne ki?" diye sorsam, diyeceğini biliyorum , “yok muyum ki ?” 
Yoksun, sesini duymuyorum, seninle konuşamıyorum, seni göremiyorum. Varsın, her gönülde hasretle ve anılarla yaşıyorsun. Yine de esprilerimizi kendi adıma yapmadan duramayacağım.
“Burada havalar çok sıcak, orada nasıl? Ve orada da bulmaca çözüyor  musun acaba?”
Dün canım hiç çalışmak istemedi, iş yerimde tembellikle vakit geçirdim. Önce kitap okumak istedim olmadı, işime döndüm olmadı, film seyredeyim dedim ıh ıh. Sonra aklıma oyun oynamak geldi, şöyle oyunları bir inceleyim dedim. Seninle yaz tatillerinde arada pişti oynardık. Ama bizim aramızda oynanan piştiyi herhalde kimse oynamamıştır. Benim için yenmek, sana sık sık kızdığım için intikam alma yoluydu. Dayak atmacasına pişti… Hile olur mu, sen yenmek için yapardın, yine de yenilirdin. Sonra yüzüne masum bir ifade bürünür, sana atacağım tokat havada kalırdı. Her seferinde oyunbozan derdim ama yine de seninle oynamaktan vazgeçmezdim. Bir keresinde de sana bulaşık yıkattırmıştım. Tabi ki ben seni yenerek abimi yenmenin gururunu yaşıyorken sen aslında bunların hepsini oyun olarak yapıyordun, aramızda eğlendiğimiz ve dinlendiğimiz oyunlar. Yıllar var ki pişti oynamadım. Sonunda internet de pişti buldum, oyunun nasıl oynandığını, nasıl sayı alındığını bile unutmuşum. Çocukluğumuzda oynadığımız iskambil oyunlarından hangisini hatırlıyorum acaba diye düşündüm? Ya çocuklarımız, hangi iskambil oyununu biliyor? Onların oynadıkları bilgisayar oyunlarını da biz bilmiyoruz ya neyse.
Pişti oynadım saatlerce, karşımda sen yoktun, ayrıca iskambil kâğıdından aldığım zevki de almadım, ama sanki sen varmışsın gibi çocuklaştım, oynadım, oynadım, yenildiğimde yüzümde hafif bir tokat izi hissettim, güldüm. Ama yendiğimde bilgisayara tokat atamadım ki.

Birbirimize yazdığımız komik mektuplar,
İkimizin ortak yanı 206 kemiğimiz var,
Bana aldığın atlas kapağına yazılan mektup.

   Bir ara aklıma bezik takıldı. Annem öğretmişti sana, her zaman zeka oyunu diye düşünmüştüm, ne zaman öğretmeye kalkışsan, kendimi geri zekalı olarak göreceğimden senin yanında senden öğrenmeyi reddettim. Annemi yenecek seviyeye geldiğimde, zaman geçirmek için iki kişilik oyunumuza beziği de ekledik. Sonra beziği eşime de öğretmiştim, ama şimdi ikimizde hiçbir şey hatırlamıyoruz bile.
Ah daha ne oyunlar oynanırdı, ailece değil, sülale boyu neşe içeresinde oynadığımız oyunlar anlatmakla bitmez. Akıl oyunları, zekâ bulmacaları, neredeyse seni sihirbaz ilan ettiğimiz zamanlardan hoş gülümsemeler yayıldı yüzüme ama keşke kayıt alsaydık, keşke yazsaydık her birini de çocukluğumuzun çocukluğunu etrafımıza da yaşatabilseydik.
Sen hayatımda gördüğüm en üstün zekâydın, “babamdan sonra tabi ki” demene rağmen. Üniversiteye başlayana kadar amacım hep seni geçmekti, sonra seni eğitim hayatımda hiç geçemeyeceğimi anladım. Bana öğrettiğin analitik geometri, cebir kurallarını bile hatırlıyorum da oynadığımız zeka oyunlarını hatırlamıyorum ne yazık ki.
Bana her telefonda ne okuduğumu sorardın, tıp bilgilerimizle tartışıp, seni yenmekten zevk almama rağmen, benim fikirlerimi çürütecek yeni bir tıp bilgisi ile karşıma çıkardın. Araştırmanın, öğrenmenin sonu yok olduğunu, çok hasta ve ömrünün kısa günlerindeyken bile yarım kalan bir eğitimi tamamlamaktan bahsederken anlamıştım.
“Alim olun” derdin, “ üzerinde uğraştığınız her konuyu iyice öğrenin .”
Bir bezik, bir pişti oyunu beni nerelere sürükledi.
 Gittim kendime Oyunlar Ansiklopedi ‘si aldım. Kitap ilgimi çekti. İçinde otuz beş adet iskambil oyunu, on beş adet taş ve tabla oyunu, on adet te zar oyunu var. Ay bak, dominoyu da unutmuşum, aaa kitapta ne buldum bak şimdi. Trabzon’da kumda oynadığımız altı sıralı çukura altı taş yerleştirdiğimiz ve taşlarla oynadığımız bir oyun vardı. Oyunun adı Kalaha’ ymış. Geçenlerde televizyon programlarından birinde bu oyunun sadece bu yöreye ait olduğunu oğlumla seyredince “aaa bu Mangala oyunu dedi” hemen bilgisayarıma indirdi oyun programını, arada oynarım ama aynı zevki alır mıyım bilmem? Aslında bu oyun, ta Hunlar zamanından beri oynanıyormuş. İlginç değil mi?
Oyunların hepsini unutmuşum veya çalışma ve hayat düzeni bunları silmiş aklımızdan.
Şimdi öğrenme zamanı geldi yine.
Seni anlatmak oyun anlatmak değil elbette. Koca bir zekânın bizdeki izlerinden sadece hoş bir parçasındasın mektubumda.
Yıllar uzaklaşıyor, sen ise aynı yerdesin. Solma hayatımızdan ve aklımızdan.
Yoksun ama hep varsın.
                                                                   Kardeşin

Mangala oyunu hakkında bilgi
http://www.mangala.com.tr/oyun_kurallari.html
Bezik oyunu hakkında bilgi
http://bezikseverler.wordpress.com/

10 Ağustos 2013 Cumartesi

BAYRAM KARTLARI


BİR ZAMANLAR ..
POSTACI BAYRAM KARTLARI GETİRMİŞ..



Ben de saklamışım.
Bayramın son günü,nostalji olsun ..
Bayram kartları.

                                                                     







1984   Şeker Bayramı,

Mecburi hizmet yılları..

Arkadaşlarımızla böyle haberleşiyorduk.



Hünkar Köşkü ve Atatürk Anıtı.
                                       Haziran 2013 de gittiğimde yaşadığım         yerlerin ne kadar çok değiştiğini gördüm.
Hüzün güzelliklerle birleşti.

Boğaz Köprüsü














Boğaz köprüsünün yapıldığı yılları hatırlayalım.
Asya ile Avrupa'nın birleşme heyacanını takip ettiğimiz yıllar..






Postanelerden posta kartı aldığımız zamanlar.












Sevdiklerimizden bir iki kelime bile bizi mutlu ederdi...
Yeğenimiz bir yaşında..
Geçenlerde evlendi...
Zaman geçti..


Önce kartpostallar vardı,şimdi internet,akıllı telefonlar var...
Çağa ayak uydurduk,nasıl olursa olsun HABERSİZ  ve SEVGİSİZ kalmayalım..
Bayramın son günü,nice bayramlara kavuşmak nasip olsun.
                                                                                          Mektubunuz Var



7 Ağustos 2013 Çarşamba

BAYRAMINIZI KUTLARIM



Bayram Tebriki

Önce çocuktuk,



Bayramları heyecanla beklerdik. 
En yeni giysilerimizle hazırlanır, pırıl pırıl olurduk.
Büyüklerin ellerinden öperdik.
Şekerleri avuçlar, bozuklukları cebimize doldururduk.
Çocuklar toplanır, oyunlar oynardık,
Harçlıklarımızı gösterir bayramın hasılatını hesaplardık.
Kalabalıkta en büyük tencerelerde en özel yemekler yapılırdı.
Sofralar kurulur, neşe içeresinde yemekler yenilirdi. 
Baklavalar, kadayıflar, güllaçlar gelsin tatlılar…
Durmadan zil çalardı, kapılar açılır, çat kapı gelinirdi
Bayram ziyaretine en şık kıyafetlerini giyerlerdi büyükler,
Yanlarında çocuklar, bir de bir kutu çikolata.
Postacı kartpostallar getirirdi,
Yaldız serpilmiş üzerlerine, cezbedici
Kimden geldi, en güzel kime geldi?

Sonra büyüdük,

Bayramları, fırsat tatilleri gördük.
Çalışmaktan bunaldık, kaçacak yerler aradık.
Mesajlar çektik, telefonlarla kutladık.
İş yoğunluğumuzdan bayramı unutuverdik.
Kapının zil çalması azaldı,
Gelen giden rahatsız etmeyelim dendi.
Çocukların gözlerinden öpüldü, ceplerine harçlıklar verildi.
Yine sofralar kuruldu, aileler büyük bir çaba ile toplandı.
Bu bayram senin ailene, diğer bayram benim aileme dendi,
Ya da tatillere gidildi.
Dengeler bir şekilde kuruldu
Hastayım denildi, şekerim, kolesterolüm, tansiyonum derken
Bayramın tadı azaldı.
Çocukluğumuzdaki bayramları özler olduk.

Ve bir gün yaşlandık.

Bizi ziyaret edecek birkaç kişiyi bekler olduk.
Etrafımız kalabalık olsun, çocuklar, torunlar hep birlikte gelsin
Yesinler, içsinler, gürültü patırtı,
Bayram olsun.
Yüreğimiz çocuk, yaşadıklarımız, çocuklukta ki gibi olsun.
Hayal kırıklığı yaşanmasın, unutulduk denmesin.
Bekleme umuduyla üç beş dakikaya sığdırılan bir ziyaret bile 
Ziyafet, bayram sevinci sayılı günlere verilen mutluluk…
Yaşanacak ne kadar bayram kaldı ki?


Bayramlarda dargınlıklar unutulsun,
Barış olsun, kardeşlik olsun.
Sevenler bir araya gelsin.
Mutluluk ve neşe içimize dolsun.
Huzur ve sakinlik olsun,
Şekerimiz, tatlımız bol,
Sağlığımız yerinde olsun.
Afiyet olsun.
Çocukluk sevinçlerimizle, çocuk gözüyle
Nice güzel bayramlar yaşamanız dileği ile…

Bayramınız kutlu olsun.


BAYRAM ŞARKILARI.

5 Ağustos 2013 Pazartesi

ÖYKÜM

ÖYKÜM'E

Seni ben yazdım.
Yazdığım her kelime iğne oyasına ilmek atar gibi işlendi, özendim, nadide bir eser yaratmak için uğraştım. Baktıkça övündüm, okudukça daha nasıl yazılırdı diye düşündüm, yaşadıkça gururlandım.
Seni ben yarattım.
Benim öykümsün sen. Aşkımızsın sen.

Cahit Külebi’ nin Hikâye şiirini okurdum sana canım,hatırla..
“Senin dudakların pembe,
 Ellerin beyaz 
 Al tut ellerimi bebek,
 Tut biraz!”
 Benim doğduğum köylerde
 Ceviz ağaçları yoktu,
 Ben bu yüzden serinliğe hasretim
 Okşa biraz!.....”

İlk bu şiiri duyduğumda zannedersem dört ya da beş yaşlarındaydım. Annemin kucağında, ona sarılmış otururken babam oturduğu yerden kalkmış, ellerimizi tutmuş, bu şiiri okumuş. Hayaldi hatırladıklarım. Çok sonraları annemle, onların aşkını konuşurken annem anlattı. Babamın üniversiteyi bitirirken yıllığında kendisi için anlatım kısmında sadece bu şiir varmış. Gösterdi bana.
Babam mı annemi, annem mi babamı daha çok sevdi bilemem ama, babam anneme hep şiirler yazardı bir tanem. Bazen annemi babamdan kıskanırdım. Bunu belli ettiğimde, neden kızına bir şiir yazmıyorsun dediğimde “sen de bir gün, kendi şiirlerini yazacağın veya okuyacağın biriyle evlenirsin umarım” demişti.

Haklıydı gülüm.

Şiirlerle gösterilen sevgi ortamında serpildim, babamın en çok Hikaye’si, annemin ise Ben sana mecburum,

bilemezsin ile babama takılarak iş yapmalarını hatırlarım. Bence en büyük aşk şiirleri bunlardır kanımca. Atilla İlhan ve Cahit Külebi’ nin bu şiirleri yazmalarına sebep aşklarını düşündüğümde, belki de annem kadar hayran olurum şiir yazdırtacak kadınlara.
Şiir okumayı sevdim, ama ne ben ne de baban birbirimize bir şiir yazmayı bırak, okumaktan bile aciz olduk. Sınırlı saatlerin olduğu işlerde neredeyse sabahladığımız çalışma şekillerimize, bazen birbirimizi görmediğimiz günlere, ayrı kaldığımız zamanlara, uzak şehirlere rağmen filizlenen duygularımızın eserisin sen.

Adın “Öyküm” 

aslında “Öykümüz ”sün .
Babanla benim eserimsin.
Hamilelik müjdesini uzak şehirde babana haber verdiğimde “Öykü” dedi. “kızımızın adı Öykü”
Önce adını sevdim, oğlumuz olursa adı ne olacaktı, düşünmeyi bıraktık. Öyküm’e vuruldum.
Bir gün “ niye adımı Öyküm koymuştunuz? ”diye serzenişte bulunmuştun. Hatırlıyor musun?
Şimdi anlıyor musun bir tanem?

Seni ben yazdım
Seni ben yarattım.
Benim öykümsün sen.
Aşkların en güzeli, eser yarattırandır. Aşkımızsın sen.
Her gün bir emek harcadım, her gün bir önceki günü ilave ederek işledim seni.
Büyüttüm, olgunlaştırdım…
Eserimi şimdi başkasına emanet ediyorum.
Senin, kendi ayakların üzerinde, kendi hayatını yönetme zamanın geldi.
Eşinle birlikte hayatının eserini yazacaksın sende…
Şimdi benim ise, okuma zamanım…

                                                                 Anneyim ben

En güzel aşk şiirlerinden, "Hikaye ve Ben Sana Mecburum":

31 Temmuz 2013 Çarşamba

ABLAMA NOSTALJİ

   NOSTALJİ MEKTUPLARI

      Sevgili Ablacığım

         
   Uzun zamandır sana mektup yazmadım, sende bana yazmadın ya neyse. Hatırla bakalım, en son mektuplaşmamız ne zaman olmuş… Baktığım mektupların arasında, 1985 yılına ait var.

 Eski mektuplara baktım geçenlerde, her satırda hoş anılar tekrarlandı.         Unutulanlarda ise “aaa, böyle miydi?" gülümsemeleri belirdi yüzümde.

En büyük yeğenimin pek mektupla alakası yok, buzdolabının üstüne astığın anneler gününe özel sana duygularını anlatan küçücük bir kâğıt parçası, herhalde o yüzden çok değerli.

Alev, Mine yazmaya başladıktan sonra mektupları bırakmış. En çok Miniş’imden almışım mektupları. Bende özenle saklamışım onları. Ne güzel!

Mektup yazmayı ne zaman bıraktık acaba? Herhâlde haberleşme kolaylaşınca olmuştur. Öğrenciyken evimizde telefonumuz yoktu, postaneye gidip sırada bekleyinceye kadar, “at bir mektup, dünyanın haberlerini de yaz içine” düşüncesiyle yazıyorduk belki de. Telefon açma kolaylaştıkça, yani aradığımızda fazla beklemeden konuşma imkânına sahip olunca yazmayı önce azalttık, sonra cep telefonları ile her şey daha kolaylaştı, şimdi ise herkes birbirini takip edebiliyor.
        Geçenlerde Mine bana kart atmış,telefonla  söyledi. İlginç olan kartpostal bir hafta sonra elime geçti. “Değişmeyen şeyler var yine” dedim, hala postalar geç geliyor.                          
                                


Mine kendi bloğunda ne güzel anlatmış gezdiği yerleri, çektiği resimler harika, görmüş kadar olduk. Ayrıca duygularını resimlere katınca, oturduğum masadan kalkıp resimden oralara uçmak istedim.

Mine blog açtığında her gün acaba ne yazdı, bugün ne pişirdi diye bakınıyordum, uzaklar artık ne kadar yakın değil mi?

Tatil deyince, biraz fazla yorgun hissettim geçen hafta kendimi, canım hiçbir şey yapmak istemedi. Bazen bu ruh halinde olmakta insanı dinlendiriyor. Kitap yerine bol bol mektup okudum o günlerde.

Dinlendim.

     

         Bugünkü mektupta nostalji var.




 Mektup 19 mayıs 1980 de yazılmış,
Doğum günümü kutlamak için. Üniversitede okuyordum.
Şimdi günlük olayları değil,anında herkes birbirinden haberdar.
Haftada,ayda bir iki kez,hatta yılda bir kere bile yazılsa, haberleşmek birbirimizden haber almanın yoluydu mektuplar...







   Ablacığım,mektubuma son verirken hasretle sana saygılarımı gönderiyor ve seni öpüyorum.

                             
                               Kardeşin




Tavsiye:

Gezileri güzel,okudukları okunacak,yemekleri yapılacak,çocuklara ise sevilmeyenler hikaye ile yedirilen cinsten.
http://minetozanlioglu.blogspot.com/











29 Temmuz 2013 Pazartesi

KIZIMA MEKTUPLAR

İKİ MEKTUP

Hayallerinin peşinde koşan kızım

"Fuji dağının tepesinde güneşin doğuşunu seyredeceğim” dedin ve seyrettin.

FUJİ DAĞI
BULUTLARIN ÜSTÜNDE
Düşünüyorum da hayallerin sonu yok… Hayallerin gerçekleşmesi için uğraşmak, dilediğin gibi yaşama hakkına sahip olmanın ve yaşamını kendin yönetebilmenin sonucu olsa gerek.

UFUK
Aslında gördüğün çizgiden daima daha ileriye baktığında çizginin sınırlarının olmadığını fark etmendir. Bizler, arzularımızla bile ulaşamayacağımız büyüklükte bir dünyanın önce pencerelerini, sonrada kapılarını aralamayı başardık. Dünya, sizin nesil için, avucunuzda sımsıkı tutabileceğiniz kadar küçük, küçüldü. Güneşin doğuşunu sekiz saat ileride yaşayan bir ülkenin dağından sen seyrederek, bense seni dinleyerek yaşayabiliyorum, görmem olmadan.

HAYALLER
Hayallerimiz, gördüklerimiz, varabildiklerimiz sınırlıydı, düşüncelerimiz bile sınırlıydı. Düşüncenin ötesi bizim için keşifti. Uçağa binip bir yerlere gidebilmek lüksün adıydı. Televizyonda dünyayı gezen nadir insanları görmek hayranlığın adıydı. İlkokul beşinci sınıfta, Sadun Bora dünyayı dolaşıp yatıyla İstanbul boğazından geçeceği gün okuldan bahçeye çıkıp, okyanusları geçen yatı seyretmek bile akıl almaz bir olaydı. Biz, Coğrafyayı önümüzdeki küreyi çevirerek veya atlaslarda şehir bulmaca oynayarak, derslerde ise gidemediğimiz yerler hakkında sınırlı bilgilerle öğrendik. Zenciyi, Japon’u, sarı ırkı ülkemize gelince gördük. Tabi ki dünya vardı ama ulaşım bu kadar şanslı değildi…

DÜN

Bana Kore’li arkadaşının Eylülde geleceğini söyledin. Artık bu çağın çocukları, gençleri dünyanın her yerinden arkadaş edinebiliyor. Bizse yabancı dilimizi ilerletmek için gidemediğimiz ülkelerden birileriyle mektup arkadaşlığı yapardık. Tanışmalar çok ender olduğu için arkadaşlık satırlarda kalır, mektuplar bir süre sonra kesilirdi. Şimdi sizler dünyanın çeşitli yerlerinden arkadaşlarla planlar yapıp, bir ülkede görüşüp, istediğiniz yere gitme şansına sahipsiniz.
İlk görev yerime gideceğim zaman, yıl 1983 de, tesadüf, babaannem ve göremediğim dedem görev için tam otuz günde kervanlarla gidebildiği yere, ben otobüsle yirmi saatte İstanbul’dan vardığım için şanslıydım. Şimdi yirmi saat de, aktarma ile olsa bile dünyanın öbür ucuna gidebiliyorsun.

BUGÜN 

Televizyonu seyrederken bir programda Tillokalesinin sırrı anlatılıyordu. "Yeni yılda ilk kez hocamın başucunu aydınlatmazsa ben o güneşi neyleyeyim" diyerek kolları sıvayan ünlü mutasavvıf Erzurumlu İbrahim Hakkı, Güneşin ilk ışıklarını daha Tillo sokaklarına düşmeden hocası ve şeyhi ünlü Mutasavvıf İsmail Fakirullah'ın mezarının başına düşürmeyi başarmış. İş arasında, babanla ilgimizi çekerek seyrettik, interneti açarak hakkında bilgi aldım. Sonra her şeyi bırakarak masamda hayallere daldım.
Bir televizyon programında göremediğim yerlere gidebildiğim için, internet de her türlü bilgiye ulaşabildiğim için, okuyabildiğim için, yapabilme ve öğrenebilme gücüne sahip olduğum için kendimi çok şanslı hissettim. Yaptıklarımla gururlandım, bilgi açlığım ise doyumsuz mutluluk…
Hayatımı sınırlı hayallerimle ve imkânsızları başararak yaşadım.
Biz de ufuk çizgisi vardı. Sizde çizginin ötesi var.
Sana ulaşabileceğin hayallerini verebilmek, belki de hayattaki en büyük başarımdır. Âmâ yaptıklarınla gururlanman ve mutlu olabilmeyi başarabilmen için uğraşmak senindir.
Biz kervanla gidilen yollarda, yolları kısaltmayı, mektupla günler sonra ulaşabildiğimiz kişilere, bir telefonla ya da mail ile ulaşabilmeyi, her yer, her şey hakkında bilgiye sahip olabilmeyi başardık. Yine de görmenin, okumanın, bilmenin sonu yok, kabul ediyorum.
Çok uzattım.

KİYOTO
Sen yanımızda bile özlenensin. Oysa senin özlemlerin uzakta…
Özlemlerine varman dileği ile...

Özlendin.

                                              ANNEN
                                                            

İkinci Mektup 


Fuji dağının tepesinde güneşin doğuşunu seyredeceğim” dedin ve seyrettin.

Babalı ’da 
Güneşin sabah saatlerinde denizin üstünde bütün kızıllığı ile yükselirken fırça vuruşları ile gökyüzünü renklendirmesini ve Karadeniz’in beyaz köpük dalgalarında ışıl ışıl parlayan ışık şölenini ve kahvaltı sonrası sıcacık çaylarımızı yudumlarken yunusların gösterisini seyrediyoruz babanla.
“Fuji dağında güneşin doğuşunu seyreden kızım, buradaki güzelliğin farkında mı acaba? ”dedi ve güldük.
“Gökteki yıldızlara bakarken, yerdeki çukuru görmezmiş müneccim. Fuji’den güneşin doğuşunu seyreden çoğu gezgin(!) Babalıdaki güzelliğin farkında değil ”dedi.
A be kızım, çık burada kayaların üzerine, otur seyret güneşi… Onun için taaa Japonyalara gidip, dağa çıkıp bizimde yüreğimizi ağzına getirmen gerekiyor muydu? Bir dağa çıkacaksan çık Nemrut’a…

Sen hiç Karlıova’da güneşin doğuşunu seyrettin mi? Dünyada iki yerde bir Everest’te, diğeri de Karlıova’da öyle doğarmış, güneş bütün renkleri ile yükselirmiş. Biz Karlıova’da güneşin doğuşunu seyrettik ama ne yazık ki bütün renkleri göremedik. Şimdi sen Everest’e de çıkacağım dersin, çıkarsın da…

GÜNEŞİN BATIŞI
BABALI-EV-SALINCAK
Bir Pazar günü 

Keyfimiz yerinde. Karadeniz’in dalgaları sana takılma duygusu uyandırdı içimizde.(Gülümse…,her zaman ki halimiz) Sahilde bizden başka kimse yok, sizlerin tabiriyle Allah’ın unuttuğu yerdeyiz. Biz doğanın sesinde dinlenirken, sizler şehirlerde kayboluyorsunuz.
Eeeee kızım, çocukların anne ve babaları hep büyüktür, malum. Zevkler ve renkler hiçbir zaman tartışmamalı, kuşak farkı ise bilinen gerçek.


Sözün özü, aslında sadece şu:
Mutlu ol, mutluluğun peşinde koş, ama yanındaki mutluluklarında farkında ol.

Öpüldünüz.


                                                                                                 BABANIN SÖZLERİ VE BEN