Yazdığım her kelime iğne oyasına ilmek atar gibi işlendi, özendim, nadide bir eser yaratmak için uğraştım. Baktıkça övündüm, okudukça daha nasıl yazılırdı diye düşündüm, yaşadıkça gururlandım.
İlk bu şiiri duyduğumda zannedersem dört ya da beş yaşlarındaydım. Annemin kucağında, ona sarılmış otururken babam oturduğu yerden kalkmış, ellerimizi tutmuş, bu şiiri okumuş. Hayaldi hatırladıklarım. Çok sonraları annemle, onların aşkını konuşurken annem anlattı. Babamın üniversiteyi bitirirken yıllığında kendisi için anlatım kısmında sadece bu şiir varmış. Gösterdi bana.
Babam mı annemi, annem mi babamı daha çok sevdi bilemem ama, babam anneme hep şiirler yazardı bir tanem. Bazen annemi babamdan kıskanırdım. Bunu belli ettiğimde, neden kızına bir şiir yazmıyorsun dediğimde “sen de bir gün, kendi şiirlerini yazacağın veya okuyacağın biriyle evlenirsin umarım” demişti.
Haklıydı gülüm.
Şiirlerle gösterilen sevgi ortamında serpildim, babamın en çok Hikaye’si, annemin ise “Ben sana mecburum,
bilemezsin” ile babama takılarak iş yapmalarını hatırlarım. Bence en büyük aşk şiirleri bunlardır kanımca. Atilla İlhan ve Cahit Külebi’ nin bu şiirleri yazmalarına sebep aşklarını düşündüğümde, belki de annem kadar hayran olurum şiir yazdırtacak kadınlara.
Şiir okumayı sevdim, ama ne ben ne de baban birbirimize bir şiir yazmayı bırak, okumaktan bile aciz olduk. Sınırlı saatlerin olduğu işlerde neredeyse sabahladığımız çalışma şekillerimize, bazen birbirimizi görmediğimiz günlere, ayrı kaldığımız zamanlara, uzak şehirlere rağmen filizlenen duygularımızın eserisin sen.
Adın “Öyküm”
aslında “Öykümüz ”sün .
Babanla benim eserimsin.
Hamilelik müjdesini uzak şehirde babana haber verdiğimde “Öykü” dedi. “kızımızın adı Öykü”
Önce adını sevdim, oğlumuz olursa adı ne olacaktı, düşünmeyi bıraktık. Öyküm’e vuruldum.
Bir gün “ niye adımı Öyküm koymuştunuz? ”diye serzenişte bulunmuştun. Hatırlıyor musun?
Şimdi anlıyor musun bir tanem?
Seni ben yazdım
Seni ben yarattım.
Benim öykümsün sen.
Aşkların en güzeli, eser yarattırandır. Aşkımızsın sen.
Her gün bir emek harcadım, her gün bir önceki günü ilave
ederek işledim seni.
Büyüttüm, olgunlaştırdım…
Eserimi şimdi başkasına emanet ediyorum.
Senin, kendi ayakların üzerinde, kendi hayatını yönetme
zamanın geldi.
Eşinle birlikte hayatının eserini yazacaksın sende…
Şimdi benim ise, okuma zamanım…
Anneyim ben
En güzel aşk şiirlerinden, "Hikaye ve Ben Sana Mecburum":
Uzun zamandır sana mektup yazmadım, sende bana yazmadın ya neyse. Hatırla bakalım, en son mektuplaşmamız ne zaman olmuş… Baktığım mektupların arasında, 1985 yılına ait var. Eski mektuplara baktım geçenlerde, her satırda hoş anılar tekrarlandı. Unutulanlarda ise “aaa, böyle miydi?" gülümsemeleri belirdi yüzümde. En büyük yeğenimin pek mektupla alakası yok, buzdolabının üstüne astığın anneler gününe özel sana duygularını anlatan küçücük bir kâğıt parçası, herhalde o yüzden çok değerli. Alev, Mine yazmaya başladıktan sonra mektupları bırakmış. En çok Miniş’imden almışım mektupları. Bende özenle saklamışım onları. Ne güzel! Mektup yazmayı ne zaman bıraktık acaba? Herhâlde haberleşme kolaylaşınca olmuştur. Öğrenciyken evimizde telefonumuz yoktu, postaneye gidip sırada bekleyinceye kadar, “at bir mektup, dünyanın haberlerini de yaz içine” düşüncesiyle yazıyorduk belki de. Telefon açma kolaylaştıkça, yani aradığımızda fazla beklemeden konuşma imkânına sahip olunca yazmayı önce azalttık, sonra cep telefonları ile her şey daha kolaylaştı, şimdi ise herkes birbirini takip edebiliyor. Geçenlerde Mine bana kart atmış,telefonla söyledi. İlginç olan kartpostal bir hafta sonra elime geçti. “Değişmeyen şeyler var yine” dedim, hala postalar geç geliyor.
Mine kendi bloğunda ne güzel anlatmış gezdiği yerleri, çektiği resimler harika, görmüş kadar olduk. Ayrıca duygularını resimlere katınca, oturduğum masadan kalkıp resimden oralara uçmak istedim. Mine blog açtığında her gün acaba ne yazdı, bugün ne pişirdi diye bakınıyordum, uzaklar artık ne kadar yakın değil mi? Tatil deyince, biraz fazla yorgun hissettim geçen hafta kendimi, canım hiçbir şey yapmak istemedi. Bazen bu ruh halinde olmakta insanı dinlendiriyor. Kitap yerine bol bol mektup okudum o günlerde. Dinlendim.
Bugünkü mektupta nostalji var.
Mektup 19 mayıs 1980 de yazılmış, Doğum günümü kutlamak için. Üniversitede okuyordum. Şimdi günlük olayları değil,anında herkes birbirinden haberdar. Haftada,ayda bir iki kez,hatta yılda bir kere bile yazılsa, haberleşmek birbirimizden haber almanın yoluydu mektuplar...
Ablacığım,mektubuma son verirken hasretle sana saygılarımı gönderiyor ve seni öpüyorum.
Kardeşin
Tavsiye:
Gezileri güzel,okudukları okunacak,yemekleri yapılacak,çocuklara ise sevilmeyenler hikaye ile yedirilen cinsten. http://minetozanlioglu.blogspot.com/
"Fuji dağının tepesinde güneşin doğuşunu seyredeceğim” dedin ve seyrettin.
BULUTLARIN ÜSTÜNDE
Düşünüyorum da hayallerin sonu yok… Hayallerin
gerçekleşmesi için uğraşmak, dilediğin gibi yaşama hakkına sahip olmanın ve
yaşamını kendin yönetebilmenin sonucu olsa gerek.
UFUK
Aslında gördüğün çizgiden daima daha ileriye
baktığında çizginin sınırlarının olmadığını fark etmendir. Bizler,
arzularımızla bile ulaşamayacağımız büyüklükte bir dünyanın önce pencerelerini,
sonrada kapılarını aralamayı başardık. Dünya, sizin nesil için, avucunuzda
sımsıkı tutabileceğiniz kadar küçük, küçüldü. Güneşin doğuşunu sekiz saat ileride
yaşayan bir ülkenin dağından sen seyrederek, bense seni dinleyerek
yaşayabiliyorum, görmem olmadan.
HAYALLER
Hayallerimiz, gördüklerimiz, varabildiklerimiz
sınırlıydı, düşüncelerimiz bile sınırlıydı. Düşüncenin ötesi bizim için
keşifti. Uçağa binip bir yerlere gidebilmek lüksün adıydı. Televizyonda dünyayı
gezen nadir insanları görmek hayranlığın adıydı. İlkokul beşinci sınıfta, Sadun
Bora dünyayı dolaşıp yatıyla İstanbul boğazından geçeceği gün okuldan bahçeye
çıkıp, okyanusları geçen yatı seyretmek bile akıl almaz bir olaydı. Biz,
Coğrafyayı önümüzdeki küreyi çevirerek veya atlaslarda şehir bulmaca oynayarak,
derslerde ise gidemediğimiz yerler hakkında sınırlı bilgilerle öğrendik.
Zenciyi, Japon’u, sarı ırkı ülkemize gelince gördük. Tabi ki dünya vardı ama
ulaşım bu kadar şanslı değildi…
DÜN Bana Kore’li arkadaşının Eylülde geleceğini söyledin.
Artık bu çağın çocukları, gençleri dünyanın her yerinden arkadaş edinebiliyor.
Bizse yabancı dilimizi ilerletmek için gidemediğimiz ülkelerden birileriyle
mektup arkadaşlığı yapardık. Tanışmalar çok ender olduğu için arkadaşlık
satırlarda kalır, mektuplar bir süre sonra kesilirdi. Şimdi sizler dünyanın çeşitli
yerlerinden arkadaşlarla planlar yapıp, bir ülkede görüşüp, istediğiniz yere
gitme şansına sahipsiniz.
İlk görev yerime gideceğim zaman, yıl 1983 de, tesadüf,
babaannem ve göremediğim dedem görev için tam otuz günde kervanlarla
gidebildiği yere, ben otobüsle yirmi saatte İstanbul’dan vardığım için
şanslıydım. Şimdi yirmi saat de, aktarma ile olsa bile dünyanın öbür ucuna
gidebiliyorsun.
BUGÜN Televizyonu seyrederken bir programda Tillokalesinin sırrı anlatılıyordu. "Yeni yılda ilk kez hocamın başucunu
aydınlatmazsa ben o güneşi neyleyeyim" diyerek kolları sıvayan ünlü
mutasavvıf Erzurumlu İbrahim Hakkı, Güneşin ilk ışıklarını daha Tillo
sokaklarına düşmeden hocası ve şeyhi ünlü Mutasavvıf İsmail Fakirullah'ın
mezarının başına düşürmeyi başarmış. İş arasında, babanla ilgimizi çekerek
seyrettik, interneti açarak hakkında bilgi aldım. Sonra her şeyi bırakarak
masamda hayallere daldım.
Bir televizyon programında göremediğim yerlere
gidebildiğim için, internet de her türlü bilgiye ulaşabildiğim için,
okuyabildiğim için, yapabilme ve öğrenebilme gücüne sahip olduğum için kendimi
çok şanslı hissettim. Yaptıklarımla gururlandım, bilgi açlığım ise doyumsuz
mutluluk…
Hayatımı sınırlı hayallerimle ve imkânsızları başararak
yaşadım.
Biz de ufuk çizgisi vardı. Sizde çizginin ötesi var.
Sana ulaşabileceğin hayallerini verebilmek, belki de
hayattaki en büyük başarımdır. Âmâ yaptıklarınla gururlanman ve mutlu
olabilmeyi başarabilmen için uğraşmak senindir.
Biz kervanla gidilen yollarda, yolları kısaltmayı,
mektupla günler sonra ulaşabildiğimiz kişilere, bir telefonla ya da mail ile
ulaşabilmeyi, her yer, her şey hakkında bilgiye sahip olabilmeyi başardık. Yine
de görmenin, okumanın, bilmenin sonu yok, kabul ediyorum.
Çok uzattım.
KİYOTO
Sen yanımızda bile özlenensin. Oysa senin özlemlerin
uzakta…
Özlemlerine varman dileği ile...
Özlendin.
ANNEN
İkinci Mektup
“Fuji dağının tepesinde güneşin doğuşunu seyredeceğim”
dedin ve seyrettin.
Babalı ’da Güneşin sabah saatlerinde denizin üstünde
bütün kızıllığı ile yükselirken fırça vuruşları ile gökyüzünü renklendirmesini
ve Karadeniz’in beyaz köpük dalgalarında ışıl ışıl parlayan ışık şölenini ve
kahvaltı sonrası sıcacık çaylarımızı yudumlarken yunusların gösterisini
seyrediyoruz babanla.
“Gökteki yıldızlara bakarken, yerdeki çukuru görmezmiş
müneccim. Fuji’den güneşin doğuşunu seyreden çoğu gezgin(!) Babalıdaki
güzelliğin farkında değil ”dedi.
A be kızım, çık burada kayaların üzerine, otur seyret
güneşi… Onun için taaa Japonyalara gidip, dağa çıkıp bizimde yüreğimizi ağzına
getirmen gerekiyor muydu? Bir dağa çıkacaksan çık Nemrut’a…
Sen hiç Karlıova’da güneşin doğuşunu seyrettin mi?
Dünyada iki yerde bir Everest’te, diğeri de Karlıova’da öyle doğarmış, güneş
bütün renkleri ile yükselirmiş. Biz Karlıova’da güneşin doğuşunu seyrettik ama
ne yazık ki bütün renkleri göremedik. Şimdi sen Everest’e de çıkacağım dersin,
çıkarsın da…
GÜNEŞİN BATIŞI BABALI-EV-SALINCAK
Bir Pazar günü
Keyfimiz yerinde. Karadeniz’in dalgaları
sana takılma duygusu uyandırdı içimizde.(Gülümse…,her zaman ki halimiz) Sahilde
bizden başka kimse yok, sizlerin tabiriyle Allah’ın unuttuğu yerdeyiz. Biz
doğanın sesinde dinlenirken, sizler şehirlerde kayboluyorsunuz.
Eeeee kızım, çocukların anne ve babaları hep büyüktür,
malum. Zevkler ve renkler hiçbir zaman tartışmamalı, kuşak farkı ise bilinen
gerçek.
Sözün özü, aslında sadece şu:
Mutlu ol, mutluluğun peşinde koş, ama yanındaki
mutluluklarında farkında ol.
Umarım iyisindir,artık senin takipçin olarak, haber almadığımız zaman endişelenebiliyoruz.
TANIŞMA
Bir gün, “Blog yazarlığı ve sosyal medya” ile ilgili bir
kursun düzenlendiğini gördüm. Önce hiç ilgimi çekmedi, şimdiye kadar “ah keşke
bende yapabilsem ”gibi bir düşüncem olmadığı gibi, sosyal medya denilen kısımla
da çok az uğraştım.
Yoğun bir iş hayatı ve mesleğimin doktor olması nedeniyle
tabi ki , internetin arama ve okuma kısımlarıyla ilgileniyordum, bir de facebook
‘u kullanma nedenim, insanların nelerle uğraştığını görmek ve özellikle
çocuklarımdan haber almak ve onları takip edebilmek içindi.(Korkunç anne
değilim aslında!!!)
Birkaç gün sonra Yeşim, akşam dersleri için, iki kişilik
kontenjanın kaldığını yazınca içimde “acaba katılsam mı?” diye, bana göre
çılgın bir düşünce oluştu. Blog “nasıl olur?” hakkında hiçbir bilgiye sahip
değildim ,“en azından biraz bilgilenirim, insanlar neler yapıyor anlarım” dedim
ve kursa katılmaya karar verdim.
Yıllar önce, emekli olma zamanı ablam “sen kendini oyalamayı
bilmezsin, emekli olduktan sonra da uzun yıllar çalış, çünkü dikiş, nakıştan
anlamazsın, ev işinden sıkılırsın” deyince fazla bunalmış ve bu cümleyi
düşünmüştüm. Çevremdeki insanlar emekli olduktan sonra mükemmel sayılacak
hobilerle uğraşıyorlardı. Kimisi takı, dikiş, resim atölyelerine gidiyorlar ve oyalandıkları
gibi şahane eserler de yaratıyorlardı. Kendini meşgul eden ve üreten insanlara
her zaman hayran oldum ve hayattan kopmamak ve yaş ne olursa olsun yaşamını
doldurabilmeye saygı duydum. Ben de ise, sadece kitap okumak ve gezmekten başka
bir hobi yoktu bu kursa başlayana kadar. Ayrıca mesleğimiz bize ölünceye kadar
çalışma imkânını sunuyor, vaktimizi yavaşlatsak bile, hayattan emekli olmamak
amacımız.
Önce “herkesin bloğu var ve işi ilerletmek için kursa
geliyorlar” sandım. Yazı evinde gencecik öğretmenimiz, sen karşıladın. Kurs
arkadaşlarımla sıcacık bir ortamda, masamızda çay, simit, pastalarla,
hoşsohbetlerle her ders gittikçe ilerleyen bir bilgi dağarcığına sahip olmaya
başladık.
HAKKINDA
İşini seven insanlardansın, işini üretiyor,
paylaşıyor,
öğretiyorsun. Sosyal medya ve blog yazarlığını hobi olarak değil, asıl işin
olarak yaptığını öğrenince sana gıpta ettim. Çünkü işinden mutlu ve büyük
şikâyetleri olmamak, çok az insana nasip olur. İnsan kendi seçimlerinde tabi ki
özgürdür ama seçimler mutluğu getirir mi, bilinmez? Sen bize yansıdın. YANSIMA
Yansımak, sadece bir şey öğretmek ve öğrenmek değildir tabi
ki. Karşındaki insanın algısı öğrenmeye açık olmadığı müddetçe, kısacası
istemedikçe, öğretmek mümkün değildir. Biz, kursa katıldığımızda hepimiz öğrenmeye
açıktık ve sende bize bilgilerini sundun. Kursun sonunda hepimizin bir bloğu
olacaktı ve bu benim hiç düşünmediğim bir şeydi.
Daha ilk derste bize nasıl bir
blog açmak istediğimizi sorduğunda, öyle amaçsız ve bilgisizdim ki, ne
diyeceğimi düşünürken aklıma mektuplar geldi. İşte asıl yansıman burada başladı.
Herkese farklı bir şekilde yansımışsındır, bana yansıman önümde açtığın ufuktu.
Öyle yansıdın ki hayatıma, yapabileceklerimi gördüm, her
derste aldığım bilgilerle sosyal medyanın nasıl yararlı hale geleceğini gördüm.
Öğrenmenin sonu elbette yok, yaşımız kaç olursa olsun bize hediye ettiğin
bilgilerle ve interneti sonradan kullanan veya karşı çıkan biz göçmenlere
yepyeni renkler getirdin yaşantımıza.
TEŞEKKÜRLER
Şimdi sana teşekkür etme zamanı.
Öğrettiklerin için, bloglar için, ufkumuzu genişlettiğin
için, farklı bakış açılarını hayatımıza kattığın için sana teşekkür ediyorum.
Yine sana dökmek istedim içimi, senden umar bekledim. Oysaki o kadar dostum var ki etrafımda sımsıcaklar, yürekleri ile yanımdalar.
Neden sana döküyorum ruhumu bilir misin?
Her gün anıyorum seni, aslında annem demediğim bir gün bile yok, öylesine içimdesin ki, benlesin benimlesin sen.
Çölde susuz kalmış insanın, bir yudum suya hasreti gibisin, hani serap görürmüş ya insan, çölde suya koşarmış, bende rüyalarımda görüyorum seni… koşuyorum koşuyorum.. Ne çare, serapmış meğer gördüklerim. Susuzluğumla baş başa özlüyorum seni.
Ama birden ayağa kalkıyorum,
Hani dedim ya, son zamanlarda daha sık anar oldum seni, neden biliyor musun? Senin gibi bir anne tarafından yetiştirildiğim için gururla kakıyorum ayağa..
Senin kadar olmasa da, yolundan gitmeyi başarmışım, dostlar kazanmışım,
Senin gibi doğrularımın peşinden gitmeyi öğrenmişim,
Kim ne olursa olsun dik durmayı, eğilmemeyi öğrenmişim.
Sen hayatı öğretmişsin bana.
Ama en çok neyi almışım, biliyor musun senden?
Kalbi tüm dünyayı içine alacak kadar büyük bir kadından sevgiyi öğrenmişim ve kalbimi her ne olursa olsun kinden arındırmayı…
Hani derdin ya… Allah rızası için kızım, Allah rızası için affet unut, kızardım sana “aman anne, sende ne yumuşak kalplisin, hemen unutuyorsun her şeyi”, bilirdim demir leblebi olduğunu, o yumuşaklığın ardında çelik gibi bir kadının bükülmezligini bilirdim, ama şimdi…
Şimdi daha iyi anlıyorum seni.
Meğer hayat yoğurmuş seni, biraz acı vermiş sana, biraz tatlı… İkisini karıştırıp ikisinin içinde bir olmayı bilmişsin meğer.
Kırıntın kadar olmasa da, öğrenmişim anne…
Sanki sana bunları yazarken, bir köşeden sıcacık gülümsüyorsun bana "demedim mi?" der gibi.
Sağ ol anacım, benim anam olduğun için, nur içinde yat.
Pir Sultan Abdal Kültür Şenliği için gittiği Sivas'ta ,Madımak otelindeki yangında ağır kurtulan ama 9 Temmuz 1993 günü ,yangında yaşamını yitiren otuzdört arkadaşıyla aynı kaderi paylaşan Metin Altıok öğretmen kimliğinin yanında şair ve yazardır.
Kızı Zeynep Altıok Akatlı ise gazete ve dergilerde kültür sanat yazıları ve röportajları yayınlanmış,2003 yılında babası için Gölgesi Yıldız Dolu armağan kitabı hazırlamıştır.
2008 yılından beri Metin Altıok Şiir Ödülü'nü düzenliyor.
HAKKINDA BİLGİ
1979-1982 yılları arasında Metin Altıok'un önce İzmir'den,sonra Bingöl'den sevgili kızı Zeynep'e gönderdiği mektuplar kızı Zeynep Altıok Akatlı tarafından derlenmiş.
Sevgili
Ahmet Baybalı, sevgili Bülent Çavuşoğlu, Emeği geçen arkadaşlarım ve geceye katılan
herkese,
OTUZUNCU YILIMIZDA BİRLİKTE
Gece sizin sayenizde…
Yıllardan Bir Gece.
Buluşma.
Buluştuk. Farklı
şehirlerden, farklı konumlardan geldik Bursa’ya.
Kapıya kadar, biz yılların
yaşanmış halindeydik, uzun yaşam yollarından, sadece bir geceye geldik, unvanlarımızı
ve doktor kimliklerimizi eşikte bırakıp, kapıdan içeri girerken birbirimizi
tanıdığımız gençlik halimize dönüverdik. Başparmaklarımızla “sen şusun, işte
hatırladım “ işaretlerinden, kucaklaşmaya, seslerimiz çığlık şeklini almaya
başladı.
Hiç değişmemiştik. Ne
saçlarımız beyazlamış veya dökülmüş, ne kilolarımız artmış, ne yüzlerimiz de
yaşanmışlıklar vardı.
O gece biz,geçmişteki altı seneydik sadece.
Hayatlarımızı üç dört
kelimeyle özetledik birbirimize. Nerelerdeydik, neler yapıyorduk, nasıldık.
Gururlandık, övündük.
Hani yıllara inat,
kilolarını korumayı başaran, saçlarının şekli bile değişmemiş, sadece o
günlerden farklı daha güzelleşmiş bayan arkadaşlarımdan kimisi emekli olmuş,
yani çalışma hayatını bitirmişler, kimisi ise hala çalışmaya devam demiş. “Hem
kariyer, hem çocuk yaparım” demişiz, çocuklar büyümüş, kimisi üniversitelerde,
kimisi iş hayatında.
Gözlerimize en parıltılı
bakışları yerleştirdik, ışıl ışıldık…
Yüzümüz de neşenin en
gülme hali ve kahkahalarlaydık.
İlerleyen vakitlerde ise
bedenler genç hareketlerde, oynadık oynadık, yorgunluk nedir bilmedik, o günlerin şarkıları çalmaya başladı.
Sınıfımızın ilk babaannesi
Lale, hepimiz o kadar genciz ki Lale ne zaman babaanne oldu? Lale ve Bülent
atıldı sahneye. Bülent, birazcık göbekli eskiye nazaran ama oynamada bir numara.
Buket, Azize şarkısı ile
sahnede, tükenmemiş enerjilerle döktürüyor yine. Buket’e aynısın
dediğimizde “sokakta artık bize teyze
diyorlar” diyor. Ya bırak, yarın sabah yine teyze oluruz, biz bu gece ,on yedi
den yirmi beşe kadar olan zamanlardayız.
Işık, her zaman ışık, “Hani
o bırakıp giderken seni” ile başlayan Veda busesini söylerken sesi geçmişten
gelen sesti aslında.
Toplam kaç yuvarlak
masaydık saymadım ama sahnede herkes bir aradaydı.
Aslında herkesi teker
teker yazmalıyım, bir anı olarak kalır düşüncesindeydim ama baktım ki sayfalar
yetmeyecek vazgeçtim. Onu resimlere sakladık.
Çok güzeldik, harikaydık.
Ama en önemlisi öyle sımsıkıydık ki, bunca yıl arada olmasına rağmen biz bizdik
ya. Rekabet, sorun, düşmanlık, kırgınlık asla aramızda olmadı. Biz iş hayatını değil,
üniversite den gelen dostlardık. O gece bir kere daha anladık ki, özlemlerle
dolu yıllar geçirmişiz ve yüreklerimize koşulsuz sevgiyi yüklemişiz.
Araya yılları sığdırsak
bile, birbirimizi bulmanın zorluğunda yaşasak bile, kendi hayatlarımızı
yaşarken arkadaşlarımızın adlarını unutsak bile o gece birbirimizi artık
kaybetmek istemediğimizi anladık.
Hep o zamanlarda kalsaydık… Geceyi bitirmek istemedik.
En olgun zamanlardayız şimdi.
Çalışmalarımız,
ürettiklerimiz belki hala devam ediyor ama daha rahatlamışız. Artık çocuklarımızın
hayat yolculuğu başlıyor. Onların destek zamanındayız.
Hayallerimizin peşinde
koştuk, yaşamı başardık. Kim bilir, ne yorgunluklar ekledik hayatımıza.
İşte o gece dur dedik
trafiğimize. Durduk.
Arkamız bakmadan biz
sadece “sınıf arkadaşlığı” na döndük.
Hepimiz birbirimizi ne
kadar özlediğimizi de anladık.
Hepimiz artık “o gün” ’ün
daha sık günler olmasını arzuladık.
Biz, hayatımızın bundan
sonraki zamanlarında, hiç yaşlanmamış ruhlarımızı buluşturmaya devam edelim
diyoruz.
Hep aynı kalalım.
Sevgilerimle
Teşekkürler, bizleri bir araya
getirdiğiniz için, gençliğimize döndürdüğünüz için.
Onuncu ve yirminci yılda
da, emeği geçen arkadaşlarımıza teşekkürü borç bilirim.